16 Ağustos 2012 Perşembe

Coğrafyanın Birkaç Yüzü


Uzaktan Vazelon Manastırı
Bazı yolculuklarda yol kenarında gördüğüm bir tabela ilgimi çeker. İsmi, orası hakkında duyduklarım ya da sadece bir merak o yola girme isteği uyandırır içimde. Hatta birkaç sefer hiç hesapta yokken yolumdan sapmışlığım da vardır. Kıyıda köşede kalan bu yerler bazen hoş sürprizler sunabilir ziyaretçilerine. Popüler yerleri gezme telaşında olan insanlar uğramadığı için sakindirler, çevrede yaşayanlar bu sakinliğin tadına vararak gülümserler ziyaretçilerine, yürekten 'hoş geldin' derler. Doğaya gereksizce müdahele edilmemiştir buralarda, dolayısıyla her şey sanki en baştan beri aynıymış, yeri bile değişmemiş duygusunu yaşatır. Bütün bunları yaşamayabilirsiniz belki, ama olsun, bir yol varsa muhakkak gidilmeye değer.

İçerisi de gökyüzü, dışarısı da
Trabzon'dan yolculuğa başlarken amacımız tabelalarını gördüğümüz, bir kitapta rastladığımız ya da tesadüfen karşımıza çıkan yerleri görebilmekti. Yola çıkarken ince bir güzergah hesabı yapmadık. Hem yol şartlarından emin değildik, hem gidilen yerlerde ne kadar vakit geçireceğimizi bilmiyorduk, belki de en önemlisi karşımıza çıkan güzelliklerin hakkını vermek istiyorduk. Söz konusu yerler Karadeniz'de olunca daha bir dikkatli olmak gerekli tabi, özellikle Türkiye'de var olan tabela anlayışını göz önüne alınca sürprizlere hazır olmak gerekiyor, bu yolculuk sırasında da birkaç maceramız oldu böyle. Her günü bir önceki akşamdan kaba hatlarıyla planlayarak sabah yola düştük. Bu planlar bazen tuttu, bazen tutmadı, ama önemli olan planlar değil yolculuktu bizim için, hakkını vermeye çalıştık. Bizi çağıran hiçbir güzelliği es geçmeden, çok popüler olan bir hikayede söylendiği gibi 'ruhlarımızın yetişmesine izin vererek' gezdik, beklentilerimizi fazlasıyla karşılayan bir rotada keyifli bir hafta geçirdik.

Ne bulurlarsa masraf çıkar acaba?
Ne var abi orada, gitmeye değer mi?
Bölge hakkında gerek internette, gerek basılı malzeme ve kitap olarak çok bilgi bulmak mümkün değil. Gitmeden önce internetten ulaştığımız sitelerdeyse çok az bilgi, bir kısmının ne olduğu tam anlaşılamayan bol fotoğraf vardı. Yine broşür ve bilgi kitapçıkları da kısacık beylik bilgilerle bol fotoğraftan oluşuyordu. Elimizde bulunan 2 rehber kitabın basım tarihleri eskiydi, dolayısıyla bazı bilgiler güncel olmayabilirdi, nitekim bazı yerlerde bu da başımıza iş açtı. Bunlardan dolayı hedeflerimize yaklaştıkça gezeceğimiz yerler ve güzergahımız hakkında etraftan bilgi toplamaya çalıştık.

Böyle gezmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var muhakkak. Yanımıza aldığımız kitaplar, dostlarımızın tavsiyeleri, yol sorduğumuz insanlar olmasına rağmen bazı yerlerde kaybolduk, gidip bir şey göremeden geri döndüğümüz yollar oldu. Trabzon'da ismine çokca rastlanan, bazı kuruluşların da ismini kullandığı Vazelon Manastırı'nı uzaktan görmemize rağmen yanına gidemedik, doğru düzgün bir tabelası bile olmayan, deneyerek bulduğumuz yolların sonunda karşımıza çıkan manastırın patikasını bulamadık bir türlü, değil kitabın birinde bahsedilen kahve, bir insana bile rastlayamadığımız yolculuktan aşağıdan çekilmiş birkaç fotoğrafın dışında bol bol çamur kaldı hatıra olarak. Yine Kağızman yolunda rastladığımız Camuşlu Kaya Resimleri tabelasının gösterdiği yola saptık, ulaştığımız ilk köyde bir teyzeye yolu sorduğumuzda 'Gidemezsiniz.' demesine rağmen yola devam ettik, sonuçta gidemedik, geri döndük. Teyze, arabanın lastiklerine bakıp 'Gidemediniz, değil mi?' dedi, 'Senin yüzünden oldu.' cevabını duyunca attığı kahkahaya bile değerdi o zahmetli yolculuk. Günümüzden 13 bin yıl önce yapılan resimleri göremedik ama anlatacak hoş bir anımız oldu en azından.

Nasıl çıktığımı görmem lazım..
Türkiye'de kaç tane Baksı var?
Yol tarifi alırken 'Eski ismi Baksı, müzenin adı da aynı ama köyün yeni ismini hatırlamıyorum.' demişti arkadaşım. Bu köyde doğan sanatçı ve eğitimci Hüsamettin Koçan'ın bir düşüyle hayat bulan, ummadığınız bir anda karşınıza çıkan ilginç bir binanın içinde umulmadık bir koleksiyon değiştirilerek sergilendiği, bu köyde yaşayan gençlerin geziniz sırasında size eşlik ettiği, Çoruh Vadisi'ne bakan bir yamacın üstünde yükselen, kendisi bile bir sanat eseri olan yapı, güzel bir kütüphane ve toplantı salonunun yanı sıra çevre insanlarına çeşitli eğitimlerin verildiği atölyeleri de kapsayan bu yapının bulunduğu köyün yeni adı 'Bayraktar' imiş.Merakıma engel olmadım, Google'da 'Bayraktar Köyü' olarak arama yapınca karşıma epey bir seçenek çıktı, 'Baksı' olarak arattığımda ise seçenekler yerleşim yeri olarak tekti. Orta Asya halk kültüründe 'Şaman' demek olan bu kelime birilerine yabancı gelmiş olacak ki anlayabilecekleri bir kelime ile değiştirmişler.

Türkiye genelinde bir çok örneği olan bu yeniden adlandırmada çoğu zaman çok yaratıcı olamamışlar ne yazık ki. Buğdaylı, Kılıçcı, Laleli, Göztepe buradaki köy isimlerinden bir kaçı. Yaşayanların bir kısmı hala eski isimleriyle beraber kullanıyor bu yeni 'yakıştırma'ları. Bazen karışıklıklara da yol açmıyor değil bu durum. Yusufeli'ne bağlı, Barhal Dağları'nın (gerçi onların ismini de değiştirmişler) eteğinde, Barhal Çayı'nın kıyısında, içinde bütün kaynaklarda Barhal Kilisesi olarak adlandırılan Barhal Köyü'nün yeni adı Altıparmak. Ve siz köye yaklaşana kadar bu ismi bilmiyorsunuz. Sırtını, temmuz sonunda bile başı karlı zirvelere dayayan, içinden gürül gürül akan coşkulu bir derenin çağıltısı ile her daim şen bu yemyeşil vadinin isminin ne önemi var mı diyeceğiz? Demesek ya da demeselerdi daha iyiydi bence, yüzyılların birikimi günümüze gelen her şeyi korumak, bizim sorumluluğumuz olmalı.

Surların içinde bir köy
Kale mi diyeceğiz, yoksa köy mü; Tunçkaya mı yoksa Keçivan olarak mı yazacağız, bilmem ama, anlatıldığı kadar etkileyici bir yer olduğunu anlamak için kapısına kadar gitmek gerekiyor. Evet, iki vadi arasında yükselen bir kayalığın üzerine yerleşen bu köyün bir kapısı var, buradan girmezseniz başka yerden girmeniz için epeyce uğraşmanız gerekiyor. Bu kapı öyle basit bir kapı da değil, yüksekliği 10 metreyi bulan iki sıra surdan geçmeniz gerekiyor. Dışardaki şaşaanın izine içeride rastlamak mümkün değil, sıradan bir köye girmek için fazla tantanalı bir yol kullanılıyor. Görkemli kapıdan geçtiğiniz zaman ise sizi karşılayan hayvancılıkla geçinen bir köy; yolları çamurlu, insanları güleç, çocukları mutlu bir köy. Girerken yaşadığınız tedirginliğin izi bile yok köyün içinde, belki de ortaçağın karanlık filmlerinden çok etkilenmişiz. Yoldan görülen kilisenin karmaşık yolunda çocuklar bize eşlik ediyor, fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor, onların bu halini büyükler keyifle seyrediyor ve çay eşliğinde kendi yaptıkları peyniri ikram etmek için bizi davet ediyorlar. Tarih boyunca bir çok olay gördüğü kesin olan bu kasvetli köyün insanlarının bu kadar sevecen olması insanı hayrete düşürüyor.

Eski aletler, eski defterler..
Anayolun kenarında bulunan bir inek maketiyle sapıyor, kısa bir yolculukla köye ulaşıyoruz. Görüntü olarak diğer köylerden pek bir farkı yok, yolumuzu buraya düşüren Peynir Müzesi'ne ait bir ayrıntı da ortada görünmüyor. Genç bakkal bizi karşılamaya hazır bekliyor, selamlayıp müzeyi soruyoruz, daha tamamlanmadığını söyleyerek binayı gösteriyor ve istersek gezebileceğimizi ekliyor. Duvarlarına asılmış bilgi panolarında köyün peynirle gelişen tarihiyle ilginç ayrıntılar fotoğraflarla anlatılmış. Çevrede dağınık olarak müzede sergilenecek eşyalar duruyor. Merakla okuduğumuz her ayrıntı bizi hayrete düşürüyor. Almanlar, İsviçreliler, Ruslar ve Karslılar gerçekten ilginç bir hikaye için burada toplanmış, bu ücra köyde farklı bir kültürün peyniri olan gravyeri üretmişler. Daha açılmayan müzenin ziyaretçi defteri yarısına kadar dolmuş bile, tebriklerimizi kayda geçirerek ayrılıyoruz buradan.


Neler görürüz daha, kimbilir..
Bir şey bulursanız haberimiz olsun
Bu meraklı yolculuğun bizde bulunan kaynaklarda yer almayan, ismini bile duymadığımız hoş süprizleri de oldu doğal olarak. Yusufeli yakınlarında gördüğümüz Esbek Kalesi'ni daha önce hiç duymamıştık örneğin. Gördüğümüz tabelayla anayoldan ayrıldık, bir iki sapaktan sonra yol kenarında rastladığımız birine sorduk, gülerek yüzümüze baktı, eliyle tepeyi gösterdi ve ekledi: 'Bir şey bulursanız haberimiz olsun'. Gezmek, bazıları için çok amaçsız bir iş, 'muhakkak başka işleri vardır' diye düşünürler, sonunda da definecilikte karar kılınır. Haksız da değiller aslında, gördüğümüz bir çok yapı definecilerin epeyce ilgisini çekmiş. Her tasvir ya da yazıyı bir işaret saymışlar ve epeyce uğraşmışlar, bulmuşlar mı bilinmez ama onarılamaz izleri hala duruyor.

İstisnasız her kilisede bir 'çalışma' yapmış defineciler. Onların bıraktığı izlere tezat adak mumlarıyla karşılaştık bir çoğunda da, herkesin umudu başka tabi. Malzemeleri başka yerlerde kullanılmak üzere zarara uğratılmış tarihi yapılarla da karşılaştık. Görkemli ceviz ağaçlarının arasında heybetle yükselen Tbeti Kilisesi'nin dinamitle parçalanan taşları okul ve camiye gitmiş mesela. Öşk Vank'ın, İşhan'ın koca koca taşları kimbilir nerelerde. Kaderlerine terkedilmiş yaklaşık bin yıllık bu yapılara değil sahip çıkmak, yavaş yavaş tüketmeye çalışmışlar; ama onlar gene de direnmişler bu tahribatlara. Çok sevdiğimiz yazı yazma durumlarına hiç girmiyorum bile, hatta bazı yerlerde abartıp resim yapmaya girişmişler.

Araziye uyan yollar
Arabayı araziye uydurduk
Ana yolları fazla tercih etmeyeceğimize baştan karar vermiştik, ancak aracımız konusunda şüphelerimiz vardı. Arazi aracı konusunda gidip geldik, sonunda bir binek arabada karar kıldık. 'Arazi aracınız mı var?' diyenlere verdiğimiz 'Hayır, aracımızı araziye uyduruyoruz.' yanıtından genelde büyük keyif aldık. Araç da bizim yüzümüzü kara çıkarmadı; ses çıkartmadan, arızalanmadan, lastiği bile patlamadan yolun sonunu gördü.

Yolların bu kadar bozuk olması, bir çok yerin gözlerden uzak kalmasını da sağlamıştı doğal olarak. Hatta bazen yerel yöneticilerin kasıtlı olarak yolları yapmayıp tabela dikmediklerini düşünüyorum. Özellikle Trabzon'un bu konudaki ilgisizliği dikkat çekici. Herkesin bildiği birkaç yer için gösterilen özene rağmen diğer görülesi yerler hiç yokmuş gibi davranılmış. Şehir içinde yer alan Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ni bile ancak sorarak bulabilirsiniz. Gümüşhane ise tabela konusunu fazla fazla halletmiş. Neredeyse her sapakta kaç kilometre kaldığını bile gösteren tabelalar mevcut. Gezimiz sırasında uğradığımız diğer illerde ise yeterli denebilecek tabelalar mevcut. Gördüklerimle ne kadar mutlu olduysam da 'Acaba kaçırdığım bir şeyler oldu mu?' diye düşünmüyor değilim.

Rengarenk bir coğrafya
Şeftali Molaları
Gezi tarihimizi seçerken tamamen iş açısından uygun zamanımıza göre ayarladık, bu da ramazan ayına denk geliyordu. Hava açısından iyi olma ihtimali yüksekti, tatilcilerin genelde evde olduğu zamanlardı, yani yollar, gezilen yerler nisbeten sakin olabilirdi. Ancak bazı yerlerde ramazan demek, yemeğin tamamen unutulması anlamına geliyor. Bazı yerlerde iftar saatinden sonra bile açık lokanta bulamadık. Hatta sağlam olsun diye gazete kağıdıyla camlarını bile örtmüşlerdi çoğu lokantanın. Bu duruma kendimizi hazırlamıştık, yanımızda bol miktarda galeta ve atıştırmalık vardı, uygun yerlerden takviye de yaptık. Yine ara ara meyve, hatta mevsimi olduğu için özellikle şeftali ile de midemizi avuttuk.

Yani bu gezi, beni tanıyanları yemekler açısından hayal kırıklığına uğrattı, ama keyifli sofralarımız da oldu. Hamsiköy Kardak Tesislerinde dostum Koray Pervanlar'ın lezzetli etleri ve tabi ki sütlacı, Uzundere Yedigöller Tesisleri'nde yöresel yemeklerden oluşan tabak ve kuru kayısıdan yaptıkları tatlı, Şavşat Karagöl'de alabalık ve salata, Taşköprü Yaylası'nda yediğimiz patates yemeği unutulmazdı.

Yolun her kıvrımı farklı bir coğrafyaya gidiyor.
Abi kaç km kaldı?
Acemi yolcunun en büyük hatası hedefe kilitlenmesidir. Oysa yolculuk bir bütündür, bütünüyle yolda olma halidir, gidilen yerler ne kadar ilgi çekici olsa da yolların hakkını da vermek gerekir. Bu sayede ilginç ayrıntılarla oyalanır ve sıkılmadan hedefe varır. Hatta ilginç bir şekilde anılarda, fotoğrafların aksine gidilen yerlerden çok yolculuk anıları kalır. Eski Zigana yolunun virajlarında ilerlerken birden karşınıza çıkıveren Torul Baraj Gölü ve Harşit Vadisi'nin manzarası güzel bir anıdır mesela. Çaykara'dan Bayburt'a, Ardahan'dan Şavşat'a, Uzundere'den dağ yolunu izleyerek Oltu'ya, Gümüşhane'den Santa Harabeleri'ne yapılan yolculuklarda coğrafyanın inanılmaz değişimi, iklimin yaptığı oyunlar, üzerinize yürüyen bulutlar unutulamaz. Daha önce görmediğiniz çiçekler, ismini bile bilmediğiniz kuşlar, nereye gittiğini merak ettiğiniz insanlar hep yolunuzdadır. İşte bir coğrafyada sayısız defa kıvrılarak ilerleyen yolları 'yolculuk' haline getiren bu ayrıntılardır.

Yol üzerinde karşınıza çıkan her tabelaya inanılır mı? Elbette inanılmaz, sormak, soruşturmak gerekir. Bunu yaparken sağlam bilgi kaynaklarınız ve en önemlisi sağlam bir yol arkadaşınız olmalı. Ayrıntıları öğrenmeden bu yolculuğa evet diyen, keşfetme heyecanını her daim taşıyan, olumsuzluklardan yılmayan ve en önemlisi gördüğü güzelliklerin tadını çıkaran dostum Suat Ertüzün'e teşekkür etmeliyim. Yine güzergahımızı belirlemede büyük katkıları olan, bazı günlerimizi en ince ayrıntılarıyla planlayan, onsuz görme şansımızın bulunmadığı yerleri tavsiye eden, kendini bölgeye adamış dostum Egemen Çakır'a da kocaman bir teşekkür borcum var. Yolculuğun bu iki temel taşının dışında tanıdık, tanımadık bir çok kişiden de büyük destek aldık, onları da dostlukla anmam gerekiyor. Umarım yollarımız bir yerlerde tekrar kesişir.

14 Mart 2012 Çarşamba

Ayakkabı

Trafik ışığının yeşile dönmesini beklerken ayakkabılarına baktı, uzun süre aramış, şansına çok da uygun fiyata almıştı. İndirim yapan bir dükkanda bulmuştu bunları, vitrinde uzun süre kaldığı için oluşan belli belirsiz bir lekeden dolayı normal fiyatının üçte birini ödemişti. Sürekli ayakta durduğu, uzun yürüyüşler yaptığı için rahatlığı da cabasıydı. Her karşılaştığı tanıdığa gösteriyor, kaça aldığına dair tahminlerini soruyor, sonunda böbürlenerek hikayesini anlatıyor, her anlatışında neredeyse rahatlığı ve şıklığı kadar keyif alıyordu. Evden çıkmadan cilalı süngerle sildiği için pırıl pırıl parlıyor, kenarında markasını gösteren küçük arması ile çok şık görünüyordu. 


Kafasını kaldırıp trafiği kontrol etti tekrar, elindeki alışveriş torbalarını yere bırakmayı düşündü bir an, sonra vazgeçti, ev yeni temizlenmişti. Ucuz olduğu için pazardan toplu olarak almıştı, bir haftalık olası ihtiyaçları olanca ağırlığıyla ellerindeydi. Biraz daha rahat harcayabilmek, en azından gelecek bir kaç ay için mümkün değildi. Her tezgahın önünde dakikalarca durarak, diğer fiyatlara bakıp kıyaslayarak, arada üç kuruş da olsa pazarlık yaparak doldurduğu ağır torbaları bir kaç ay daha taşıyacaktı çaresiz. 


Arabaların durduğunu görünce karşıya geçip hızlı adımlarla eve yöneldi. Tuvalete gitmeli, yemek hazırlayıp karnını doyurmalı, sonra günün yorgunluğunu atarak güzelce dinlenmeliydi. Evin kapısını açıp içeri girince torbaları bıraktı, nefes bile almadan tuvalete koştu.


***


Yaz tatilinde çalışıp harçlığını çıkarmak istemiş, ama bu kadar yorulacağını tahmin bile etmemişti. Kış boyunca okul çıkışında, evlerden verilen siparişler için yine yardım ediyordu bakkala; fakat yazın hem bütün gün çalışmaktan, hem de sıcaktan baygınlık geçirecekmiş gibiydi. Kazancı fena değildi gerçi, bahşişlerle iyi bir para geçiyordu eline, sıkıntılara biraz daha katlanırsa okul açılınca rahat edecekti. İndiği merdivenlerden yuvarlanmamak için bile bir gayret gerekiyordu şimdi, "Bir an önce akşam olsun." diye düşünürken hırsından ağlayacaktı neredeyse. 


Kaç kat kaldığını hesaplarken daire kapısının önünde parıldayan ayakkabıları gördü. Bunları almak için çok çalışması lazımdı, ızdıraplarına bir yenisini ekleyerek inmeye devam edecekken bir an durdu, ayakkabıların pırıltısına baktı, ayağında çok şık duracaklardı. Cebinden servis sırasında lazım olur diye  taşıdığı poşeti çıkardı, etrafı dinledi bir süre, eğilip ayakkabıları poşetin içine koydu. Mahallenin camisine bırakır, akşam eve dönerken de alırdı, nasıl aldığına dair yalanlarını hazırlarken apartmandan çıktı, camiye yöneldi.


***


Görünüşünü o kadar güven veriyordu ki, kimse camilerden ayakkabı çalarak geçindiğini tahmin etmezdi. Gözüne birini kestirir, hareketlerini kollar, ayakkabısını sanki kendisininmiş, yıllardır giyiyormuş gibi hiç incelemeden aşırır, şansına iyi de para getirirse bayram ederdi. Sabahtan evden çıkar, her gün farklı camilerde sanatını icra eder, şüphe çekmemek için cami içinde rekat rekat namaz kılardı. Hatta o kadar huşu içinde kılardı ki bu namazı, görenler bir kaç ayakkabıyı hiç düşünmeden onun için feda edebilirlerdi. Görünüşten sevap yazılsa, cennetin ilk ziyaretçilerinden biri olacağı muhakkaktı. Günahkar olduğunu düşünmüyordu zaten, bugüne kadar ayakkabısızlıktan ölen, evden çıkamayan, camiye gelemeyen kimse görmemişti. İşte diğer insanların hayatındaki önemsiz bir ayrıntıdan geçimini sağlıyor, ihtiyaçlarını gideriyordu.


Bu sefer seçtiği camiden pek umudu yoktu ama yolu buraya düşmüşken şansını denemek istedi. Abdestini alarak işe başlardı, bu şekilde hem dikkat çekmez, hem de etrafını kolaçan ederdi. Camiye girdi, kendisinin bile anlamadığı dualar ederken dip rafların birinde poşeti gördü. Kendi ayakkabısını poşetin yanına koydu, caminin her tarafını inceleyerek kimsenin olmadığına emin oldu, her ihtimale karşı iki rekat namaz kıldı. Camiden çıkarken elindeki poşetin içine göz ucuyla baktı ve artık paydos edebileceğini düşündü, iyi fiyata verebileceği ayakkabıyı elinden çıkarmak için doğrudan pazara yöneldi.


***


Büyük umutlarla geldiği bu şehirde elde ettiği ilk kazanç, dertlerini bir nebze olsun azaltmıştı. Bir yandan tutumlu olması gerektiğini düşünüyor, bir yandan da gördüğü her dükkandan alışveriş yapmak istiyor, bu tuzağa düşmemek için etrafına fazla bakmadan kendisine tarif edilen pazara doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Burada çalıntı malların satıldığını herkes biliyordu, kendisine küçük yaşlardan beri öğretilen günahlardan birini işleyecekti belki ama fazlasına da gücü yetmiyordu. Üstüne başına bakan insanların gözlerinde daha değerli olabilmek adına biraz günaha katlanabilirdi. 


Fazla harcamamak için nelere ihtiyacı olduğunu defalarca tekrarlamasına rağmen ayakkabıları görünce kendini tutamadı. Sırf armalarıyla bile daha çok saygıyı hak eden bu ayakkabıları ayağına geçirdi, uzun zamandır aklına gelmeyen bir havayı ıslıkla çalarak caddeye adımını attı, önce acı bir fren sesi, ardından büyük bir acı duydu.


***


Ambulanstan aldığı ayakkabıları, sahibine göz göre göre yalan söyleyerek evine götüren hastabakıcı, oğlunun bakışlarıyla babalık gururunu okşamış; oğul, babasına sarılmamak için kendini zor tutmuştu. Bir türlü iş bulamadığından dolayı çıkan tartışmalara o akşamlık bir ara verildi, sakin bir yemeğin ardından televizyon karşısında otururken babasına layık olmak için defalarca kendine söz verdi. Uzun zamandır iş aramasına rağmen kendine layık gördüğü bir iş bulamamıştı. Maddi olarak hep kısıtlanmış, isteklerine ulaşamamıştı, ömrünün bundan sonrasında daha rahat yaşamak istiyordu. 


Ertesi gün hangi pantolonun altında daha iyi duracağını düşünerek gardrobun önünde geçen bir sürenin ardından erken sayılacak bir saatte kendini dışarı attı, mahalle bakkalının önünde gelen geçenleri, ama daha çok ayakkabılarını seyretti. Arkadaşlarının geleceği saate kadar vakit geçirmek için biraz dolaşsa iyi olacaktı, neşeyle kaldırımdan indi, okula gitmekte olan çocukların ellerindeki topa neşeyle vurdu, güzel bir şut çekecekti, ayağı bir taşa takılınca ayakkabının dikişleri patlayıverdi. 


***


Küçücük dükkanın içinde sıkıntıyla oturuyor, gelen geçeni seyrediyordu. Eskiden daha çok iş yapar, hem tamirden, hem yaptıklarından para kazanır, sıkılacak zamanı olmazdı. Son zamanlarda pek uğrayan kalmamıştı. Yeni model ayakkabıların bazıları tamir olmadığı için gelenlerin bir kısmını da kendi geri gönderiyordu. Bazı insanlar da tamir ettirmektense gidip yenisini almayı tercih ediyorlardı. Yaşı genç olsa başka bir meslek seçerdi kendine, kazanmak için kırk takla atması gerekiyordu.


Yaşı hayli ilerlemişti, belki bu yüzden yaşlıları fazla sevmiyordu. Fakat neredeyse tek müşterisi de onlar oluyordu. Genellikle namazlardan sonra uğradıkları için, hiç ilgisi olmamasına rağmen ezan vakitlerine dikkat eder, yapraklı bir takvimi dükkanından eksik etmezdi. Başka önemsiz işlerini ara vakitlerde yapar, namaz vakitlerinde mutlaka dükkanında olur, cemaat dağılmaya başlayınca da yerinden kalkar, kapıya doğru yürür, gereksiz selamlaşmalara muhatap olmamak için bir adım mesafede durur, elleri arkasında sevimsiz bulduğu bu insanların dükkanına yönelmelerini beklerdi.


Yine sıkıntılı bir gündü, tıpkı diğerleri gibi. İyice umutsuzluğa düşmesine sebep olan düşüncelere teslim olarak dalıp gitmişti küçücük dükkanın içinde. Düşünecek zamanın olmadığı günleri özleyerek saatine baktı, yerinden kalktı, ince bir hesapla belirlenmiş gibi yerini aldı. Birbirlerini son defa görecekmiş gibi az konuşup çokça birbirine bakan küçük kalabalıktan ayrılan Hacı Amca'nın dükkana yaklaştığını görünce hemen yerine döndü, oturmasıyla kapının açılması bir oldu:


- Selamün aleyküm.
- Aleyküm selam Hacı Amca, hoş geldin. Nasılsın?
- İyi diyelim, iyi olsun.
- Maşallah, iyi gördüm seni. 


Aslında iyi olmadığını ikisi de biliyordu, inanmadıkları bu yalanı uzatmak istemediler. Uzun zamandır rahat bir ayakkabı aradığını söyledi Hacı Amca, ayakkabı tamircisinin kendisine önerdiği çifti denerken, tamirci ne kadar koparabileceğini düşünüyordu. Tamir için kendisine getiren delikanlıyı, olmayacağına ikna ederek daha ucuz ama benzer bir çift ayakkabıyla gönderdiğinden beri tadını çıkardığı karlı alışverişin sonuna yaklaşmıştı artık. Böyle güzel bir kazançtan dolayı kendisiyle gurur duyuyordu ama bunu şimdi belli etmemeliydi, zaferinin tadını çıkartmasına az kalmıştı. Hacı Amca'nın memnun kaldığını görünce düşündüğünden biraz yüksek söyledi fiyatı, kaçınılmaz pazarlığın sonunda bile yüzünü güldürecek kadar para almıştı.


***


Trafik ışığının yeşile dönmesini beklerken ayakkabılarına baktı, kapının önünde unuttukları geldi aklına, içi cız etti. Alana ne kadar beddua etse de bir türlü rahat edemiyor, başkasının emeğine saygısızlık olduğunu düşünüyor, kabul edemiyordu. Nasıl insanlar olduğunu çok merak ederdi, nasıl bir sebeple böyle bir işi yapıyorlardı? Başkalarının kolayca çok para kazandığını mı düşünüyorlardı acaba? Kendi yaptıkları da kolay kazanç değil miydi sanki? Ne giden ayakkabı, ne de ayakkabıya verdiği paraydı aslında onu üzen, uğradığı haksızlığa karşı çaresiz kalmak, enayi yerine konduğunu hissetmek çok dokunuyordu. Sanki hırsız, bir köşede saklanmış onu izliyor ve haline gülüyordu. Karşısına çıksa iki çift lafı vardı, söyleyemedikçe içinde büyüyordu.


Kapı önündeki kalabalığın sebebini merak ederek apartmandan içeri girdi, merdivenlerden çıkarken Hacı Amca'nın öldüğünü kapıcıya söyleyen kadının sesini duydu:


- Ölüm işte, ne yaparsın, Allah rahmet eylesin. Bu ayakkabıları yeni almıştı, doya doya giyemedi, sen dene, olmazsa bir fakire verirsin.


"Başınız sağolsun." derken  günler önce kaybolan ayakkabılarını gördü kadının elinde, gözlerini alamadı bir süre. Ara sıra karşılaştığı nur yüzlü rahmetlide ne işi vardı onların? Kapıcının ve kadının şaşkın bakışlarından kaçmak için "Mekanı cennet olsun." diyebildi, merdivenlere yöneldi, "Ayakkabılarım!" diye sayıklayarak evin kapısına ulaştı. Sonraki günler kapıcı çöp almaya geldiğinde ayaklarına bakıyor, ayakkabılarının Hacı Amca'nın eline nasıl geçtiğine hayret ediyordu.

4 Mart 2012 Pazar

Buluşma

Fazla uyuyamamış, erkenden kalkmıştı. Bir iki yazışma, bir kaç telefon görüşmesinden sonra bugün buluşacaklardı. İlk karşılaştıkları andan beri duyduğu heyecanların hepsi toplanmıştı sanki şu an içine. Duş almış, traş olmuş, giysilerini seçmiş, giyinmişti. Bütün bunları yaparken de neler konuşulacağını tahmine çalışmış, hangi sorulara ne karşılık vereceğini, önemli bazı konulardaki düşüncelerini nasıl anlatacağını tasarlamıştı. Bu konuşmalar sırasında kendi sorularını soracak, nasıl cevap verildiğine bakarak hükümler verecek, bir yandan da ortamı rahatlatarak buluşmanın keyifli geçmesini sağlayacaktı. Gerginliği atmalı, geçen zamanın hoş bir anı olması için çabalamalıydı. Tanıştıkları bu kısa sürede yaptıkları konuşmaları getirdi aklına. Bunlardan aldığı fikirlerle konuşmayı yönlendirecekti ama daha önemlisi bütün ayrıntılarını hatırlamalıydı. Konuşmanın bir yerinde 'Ben şunu demiştim' ya da 'Sen demiştin ki' diye başlayan cümlelere doğru yanıtlar verebilmeliydi, aksi durumun soğukluğuyla ürperdi bir an. Bu tip konuşmalarda hep aklına yetenek sınavlarında bulunan heyetler gelirdi. Becerikli olmak yeterli değildi, ispatlamak gerekirdi ve heyecandan ne yaptığınızı bilmez halde karşılarında dururken hepsi birden ısrarla size bakarlardı. Tek kişiden oluşan bir heyetin karşısında sevme becerisini ispatlamak, sevmeye ikna etmekse daha zordu. Başarısızlık durumunda belki hayat devam ederdi, ama insan yine de bunu kolay kabullenemiyordu. 


Bir kahve hazırladı, camın önüne oturup dışarıyı seyretmeye başladı. Bir hafta sonu sabahının sakinliği ile yatıştırdı bir süre içindeki karmaşayı. İlk anlar belki biraz gerecekti ama sonrasında yaşayacağı güzelliklerle unutacaktı bunları. Birbirleriyle oldukları o kısa sürenin sonunda ne güzel hayaller kurmuştu. Kendisine bakan gözlerdeki ışıltı geldi aklına. Böyle güzel bakılan bir insanın hayatı da mutlu geçerdi elbet. Yan yana gelmek, konusu önemsiz olsa da bir şeyler konuşmak için harcadıkları çabayı düşündü. Ne yapacaklarını bilemedikleri için yaşadıkları garip durumlara gülümsedi. Bütün başlangıçlarda yaşanan güzel duygularla doldu yüreği. Bu duyguların hiç bir düşünceyle kirlenmeyeceğini sanacak kadar mutluydu. 


Daha fazla evde kalamayacağını hissediyordu. Kahvesini bitirmeye bile ikna edemeden sokakta buldu kendini. Penceresi kapalı evlerde umursamazlık vardı sadece, adımlarını hızlandırıp caddeye doğru yürüdü. Normal zamanlarına göre sakin sayılsa da kendini oyalayacak kadar hareketin olduğu caddeyi görünce rahatladı. Durup insanları seyretti bir süre. Sabah mahmurluğu taşıyan bu yüzlerde çok az duygu saklıydı. Bir kısmı şehrin bu saatlerini yaşamak için sokağa çıkmış, başka zamanlarda kalabalıktan vakit ayıramadıkları ayrıntıların peşine düşmüşlerdi. Bir kısmı kimbilir neden, kimden kaçarak buraya gelmişlerdi. Önceki gece neler yaşadığını bilmediği insanlar evlerinde uyurken,  ketum bir tavırla sürekli başları önde çalışan çöpçüler, onların hayatlarından kalan küçük kırıntıları temizliyorlardı. Elleri cebinde yürüyen bir delikanlı, aklından her neyi sayıyorsa adımlarına uyduruyor, şaşırmamaya çalışıyordu.


Kalbinin ritmi yavaşlamaya başlamışken elele tutuşup yürüyen bir çift gördü. Yüzlerinde bir huzur vardı, elleri zorlanmadan birbirlerine kavuşmuştu, adımları olması gereken buymuş, başka türlüsü mümkün değilmiş gibi uyumluydu. Kıskanmadı, kendisi için bir umudu vardı çünkü. Gözden kaybedene kadar izledi onları, sonra bir kitapçıya girdi. Kitap almaya niyeti yoktu, tezgahtar belki de bunu anladığı için ilgilenmedi bile. Yeni başlangıçlar için en uygun yere, şiir kitaplarına yöneldi. Fal tutar gibi aldı içlerinden birini, fal tutar gibi bir sayfasını açtı. 'Bir şair, hayatı boyunca kaç kişiyi sever acaba?' diye düşünerek okudu ilk şiiri. Bu şiiri yazarken yalnız mıydı acaba? Belki de hayatındaki kişi silememişti bu yalnızlık hissini. Böyle bir kişi vardıysa ve bu şiiri okuduysa, acaba yorumu ne olmuştu? Yalnızlık, etrafındaki insanlarla ilgili değildi, kendi içinde yaşardı herkes bu duyguyu. Herkes konuşabilirdi ama avutamazdı. Avutulamayan insanlardı işte yalnızlar. Ya ararlardı, ya da vazgeçip başka avuntulara yönelirlerdi, bunların çare olmadığını en iyi onlar bilirdi üstelik. Avuntu beklediği bir insan vardı en azından, haline şükretti. Birazdan bir araya gelecek, birlikte güzel vakit geçirecek, birbirlerini seveceklerdi. Başka türlüsünü düşünmemeliydi bile, öyleyse gitmesine gerek de yoktu. Nasıl bir yalnızlık yaşadığını anlayamadığı şairin kitabını aldığı yere bırakarak dışarı attı kendini.


Karnının acıktığını düşündü, diğer bütün hislerini bastıracak hale gelmişti. Bir simit aldı, karşı sırada yer alan küçük çay ocağına oturdu, bir şey söylemesine gerek kalmadan rengiyle mutlu eden bir bardak çay önüne geldi. Teşekkür ederken sanki hiç gülmeyecek bir adam olarak düşündüğü çaycı, kendisinden beklenmeyen yumuşak bir sesle afiyet diledi. Taze simitten bir parça koparıp ağzına götürdü, çayından bir yudum aldı. Lokmasını çiğnerken küçük masanın üstüne, simite, etrafa dağılmış susamlara, çaya baktı. Aç bir insanı donatılmış sofra kadar mutlu eden bu görüntüye dalıp giderek kendisi için basit ama güzel bir hayat diledi.






26 Şubat 2012 Pazar

Bir an önce..

Ofisin kapısında durdu çıkmadan önce. Sanki unuttuğu bir şey vardı, emin olamadı, niye savrulduğu anlaşılmayan bir küfür gibi çarptı kapıyı. Kalsa daha çalışabilirdi aslında, yarına yine bir sürü işin içine gömülecek, yine bitiremeyecek, yine geç kalacak, kapıda bir an duraksayıp aynı şeyleri yaşayacaktı. Canı sıkılan öğrencilerin defter kenarlarına karaladıkları süsler gibiydi yaşamı. Birbirini tekrar eden acemi çizgilerin ne başlangıcı belliydi tam olarak, ne de sonu. Aralara katmaya çalıştığı renkler bile içini karartıyordu bazen. 


İstasyona giden sokağa şöyle bir baktı, otobüsle daha çabuk gideceğini düşünerek durağa yöneldi. Yürürken bir otobüs gelirse kaçırabilirdi, hızlı adımlarla yürürken arada bir arkasına dönüp bakıyordu. Durağa az kala yaklaşan otobüsü fark edip iyice hızlandı. Aynı anda durakta olacakları için kendini şanslı hissetti bir an, mutlu oldu. Otobüs yanından geçerken kafasını çevirdi, içine tıklım tıklım doluşmuş insanların bir kaçıyla göz göze geldi sanki, neden dolayı acı çektiklerini anlamadığı bakışlardan ürperdi. Dolu araç yavaşlamadı bile, dursa da binmeye çekinirdi. O yüzlerin arasında kendi yüzünü düşündü, durağın içine yönelip başını eğdi ve otobüsün geçtiğine emin olana kadar kaldırmadı, gözünü caddenin sonuna dikerek beklemeye devam etti. Arada dolmuşlar kornalarını çalarak geçse de parasını düşünerek vazgeçiyordu binmekten. Oysa yolda olmak içindeki heyecanı yatıştıracaktı belki. Kime küseceğini bilemeden bakakalıyordu her birinin arkasından. Parayla ilgili kiminle konuşsa nasihatler alacaktı. Ancak hiçbirisi şimdi içine bir huzur olamazdı. Duraktaki diğer insanlara bakıp bir çıkış aradı haline, tekrar caddenin ilerisine baktı, kendisini bu halden kurtaracak otobüsünü beklemeye devam etti. 


Ara sıra trafik tıkanır gibi oluyor, çoğunun içinde sadece şoförleri olan araçlar huysuz seslerle kendilerine göre bir yol açılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. İçlerinden biri önünde durup davet etseydi, biner miydi acaba? Belli belirsiz bir ışığın aydınlattığı yüzlere bakıp vazgeçti bu düşüncesinden. Kendisinin sıkıntılarından belki daha fazlasını sırtlarına alarak yollara düşen bu insanlarla birlikte olmak fikri bir ürperti bıraktı içine. Şu an ondan daha mutlu olmalıydılar, çünkü en çok istediği haldeydiler, hareket ediyorlar, hedeflerine ilerliyorlardı. Kendisi yolun kimbilir neresindeyken onlar varmış olacaklardı. Belki de bu yüzden başlarını çevirmiyorlardı bile ona doğru, aralarında kapanması imkansız bir fark vardı. Başını tekrar kader arkadaşlarının bulunduğu durağa çevirdi. Bir tanesi sabırsızlıkla saatine bakıp üfledi, otobüs her gün erken bir saatte geliyordu da bugün gecikmişti sanki. Oysa her akşam, her şey aynıydı . Her akşam ne kadar olduğunu bilmeye cesaret edemediği bir süre bitimsiz sıkıntılarla bu durakta geçiyordu işte. Birden başlayan hareketlenmeyle kafasını çevirdiğinde yaklaşan otobüsü farketti, biraz olsun rahatlamıştı. Küçük kalabalıkla birlikte, biniş için en uygun konumu tutturmak için yer kapma yarışına girdi. Bir anda hepsi durdular ve avlarını bekleyen hayvanlar gibi beklemeye başladılar. Kimin bu küçük yarıştan mutlu çıkacağı, otobüse binip kendine uygun bir yer bulabileceği birazdan belli olacaktı. Bir diğerine renk vermeden geçirdiler bu küçük süreyi, hepsinin gözü yaklaşan otobüsteydi. Bu bakışlara aldırmadan yaklaştı otobüs, kapılarını açtı. Bütün hepsinin önden binmesi mümkün değildi, bir kaçıyla birlikte arka kapıya yönelip kendini içeri atıverdi. Bu küçük başarısının büyük mutluluğunu yaşarken hareket etmişlerdi artık. 


Yavaş yavaş kendisi gibi başarılı diğer insanlara bakmaya başladı. Bir kısmı dışardan geçen, ne olduğunu anlamadığı şekillerle ilgileniyor, bir kısmı telefonlarıyla uğraşıyor, bir kısmı kendi aralarında konusu keyifsiz sohbetler yapıyor, bir ikisi telefonla konuşuyor, biri kitap okuyordu. Hepsinin yüzleri farklı olsa da ifadeleri neredeyse aynıydı. Geldikleri yer gibi gittikleri yerden de bir umutları yoktu ve bu yolculuk, işte böyle anlamsız bir güzergahta sürüp gidiyordu. Hemen hepsi de anlamsızlıklara boyun eymiş, umursamaz halleriyle sanki alışmışlar, kabullenmişlerdi. Hafif buharlanmış camlardan dışarı bakmaya başladı. Dışarıda gördüğü bölük pörçük görüntülere içerden duyduğu yarım yamalak sesler eşlik ediyordu. Diğerlerinden yüksek tonda çıkan bir 'Alo' sesiyle bir an irkildi ve aklına öğle saatlerinde 'Ben seni arayacağım, şimdi müsait değilim.' diye kapattığı telefon geldi. Elini cebine götürüp telefonunu çıkaramazdı, üstelik konuşmayı da hiç canı istemiyordu. Saatine baktı. Vapurla giderse gecikirdi, kalabalıkta olsa otobüsle yoluna devam etmeye karar verdi. Aktarma yapacağı durağa yaklaşınca kendisi ile birlikte otobüsün çoğunluğu yerlerinde kıpırdandılar, yarışın yeni bir parkuruna hazırdılar hep beraber. Durağa yanaşan otobüsten her inen acele adımlarla diğer durağa yöneldi, acelesi olmayan, sakin yürüyen hiç kimse yoktu içlerinde. Gittikleri yerden değildi bu acele, kalabalıkta hissetikleri yalnızlıktan korkuyorlar, bu kadar insan içinde birbirinden farklı olmayan bir sayı olduklarını  biliyorlar ve bu yolculukta kendilerinden başka kimse tarafından önemsenmiyorlardı. Pardon, Yuh, Hayvan, Salak gibi isimlere sahip bu kalabalık arasında kendine bir yer buldu ve bir iki küçük sert bakışı atlatarak kendini diğer otobüse atmayı başardı.


Aklına, evde yemek olmadığı geldi. Yemek hazırlamaya hali yoktu, atıştırıp gitse daha iyi olacaktı. Aklına gelen bir sürü ihtimalin sonunda tost yemeye karar verdi, en çabuk hazırlanan oydu ne de olsa. Keyif almayacağı kesindi, vücuduna da bir katkısı yoktu. Ayakta zor durmasının sebebi yedikleri idi, bunları bilse de fazla zaman harcamak istemiyordu yemek için, eve gidip bir vitamin alırdı nihayet. Kendine yemek konusunda hak verdikten sonra etrafına bakındı. Biraz önce yolculuk yaptığı insanların kopyalarıyla devam ediyordu yola. Aynı davranıyor, aynı bakıyorlardı. Kafasını dışarı çevirdiğinde denizi gördü bu defa. Kıyıya yakın yerlerde yansıyan ışıklarla oynaşan keyiflerle mutlu oldu bir süre. 'Baksanıza ne güzel' demek için döndüğünde gördüğü yüzlere konuşamayacağını farketti. Neredeyse hiçbirinin denize bakmadığını, aralarında olan bir gizli sözleşme gereği bakmayacağını anladı, kendi hevesi de kaçmıştı. Keşke vapura binseydim diye düşündü kısa bir an, kendisine hak vermek konusunda kararsız kaldı. Acelesi olan diğer insanların arasından bir yol bularak indi otobüsten, büfeye yöneldi, nasıl yediğini hatırlamadığı iki tostun ardından evine yöneldi. Bir an önce evine gitmeli, dinlenmeliydi. Yarın erken kalkacak ve işe gidecekti.



11 Şubat 2012 Cumartesi

Sabah Yolculuğu

Günlerden beri gülen insanlar gördüm nihayet, bir hatıra fotoğrafı için poz verirken yürekten gülüyorlar, nerede duracaklarını karar veremezken bile sevecen ve sevimliler.. 


Ne güzel gitti bu sabaha bu müzikler..


Bir adam Kadıköy vapurunu sordu, tarifimi anlamadı galiba, başka bir taraftan hızlı hızlı gidiverdi, baktım iskelede şaşkın bakınıyor, makineden jeton alamamış, aldım..


Çay çok sıcak, beklemek lazım..


Bir kızla bir oğlan ellerindeki makineden fotoğraflarina bakıp gülüşüyorlar, biraz yapmacıklar,  belli ki istedikleri kadar mutlu değiller, küçücük boşluklarda pencereden uzaklara dalıyor kız özlemle.. 


Siyah kuşların hepsi karabatak değil, bakmak lazım... 


Günaydın ömrümün bir günü, güzel başladık, güzel bitiririz umarım seninle. Gelecek günlere güzel anlatırsın beni umarım..


Çünkü güzel yaşamam lazım..

5 Şubat 2012 Pazar

Ilık Bir Kandı...

Yaz akşamıydı, hava geç kararıyordu, ama kararıyordu işte. Bütün gece tek başıma kalacağım 3 yataklı oda küçülüyordu gitgide. İnsan sesleri azalıyor, gündüz avuntuları uzaklaşıyordu. Karanlıkla kendi güçlerince savaşan ışıklar, gündüz uykusunun mahmurluğuyla aydınlatmaya başladılar etraflarını. Bitkin ışıklarıyla bitkin gölgeler oluşturuyorlardı. Her zaman önlerine bakarlardı insanlar bu saatlerde, yine öyle yürüyorlardı. Evlerine mi, bir dost meclisine mi, sevgiliye mi, yoksa yalnızlığa mı yürüdükleri konusunda en küçük sır vermeyen adımlarla kaçıyorlardı yanımdan. Düşüncelerimle sabahı gecikecek bir geceye başlıyordum.


Koridora çıktığımda kimseyi göremedim, oysa biriyle selamlaşmak bile iyi gelecekti şimdi. Tuvalete yöneldim. Odama dönerken de kimse çıkmadı karşıma. Televizyonu açıp kanallarda dolaştım. Pencerenin önüne gelip ıssızlığa baktım, gözümü kapatıp sesleri dinledim. Sonunda yatağa uzanıp kitabımı açtım. Gözlerim harflerin üzerinde kayıyordu belki, ama hiç bir anlamı yoktu, kendimi veremiyordum bir türlü. Doğruldum, sırtım pencereye dönük terliklerimin üstünde ayaklarımı seyrettim bir süre. Dün gecenin yorgunluğu vardı üstlerinde. Gündüz beni dolaştırmaktan daha beter yorulmuşlardı dün gece. Yatakta sırt üstü uzun bir süre dışarıyı seyretmiş, sonra onlara dönüp uzun uzun dertlenmiştim. Başıma gelenleri bilmiyorlarmış gibi bir de benden dinlemişlerdi. Biraz kımıldattım onları, kendilerine gelmeli, gece beni dinleyebilmeliydiler, başka kimse yoktu çünkü bu gece de. Oralı olmadılar. Terliğin içine soktum onları cezalandırır gibi, kalkıp kapıya yöneldim.


Dışarı çıkınca hemşireyle karşılaştım, suç üstü yakalanmış yaramaz bir çocuğun hisleri doluverdi içime, kapıyı çekip tuvalete yöneldim. Hala bana bakıyordu, tuvaletin bir kandırmaca olduğunu anlamış mıydı?


- Hayrola?
- Tuvalete gidiyorum.
- Canın sıkılmış senin, belli.
- Tek kalınca sıkıldım biraz.
- Şükret haline, neler var. Görsen, yalnız kaldığına dua edersin.


Kapalı kapılara baktım. İçerilerde neler düşünülüyordu, kim bilir? Halimden bir kez daha utanıp tuvalete girdim, kapıyı kilitledim. Tamam, hastalığım o kadar önemli değildi belki. Ama beni bağlayıvermişti buraya işte, şu anda başka bir hayatın peşinde koşacakken oturmuş, hayatın beni nereye sürükleyeceğini düşünüyordum. Hırstan mı, yoksa üzüntüden mi olduğunu anlayamadığım iki damla yaş süzülüverdi gözlerimden. Toparlanıp dışarı çıktım. Aynada kendime baktım, odaya kadar gidecek cesareti görünce dışarı attım kendimi. Hemşire yine odasının önündeydi, göz göze gelmemek için hızlanmaya çalıştım, bunu çok belli etmemeliydim aynı zamanda. Ne yapacağımı bilmiyordum, epeyce bir süre de bilemeyecektim sanırım. Çıkmasın diye dualar ettiğim sesi duydum, durup kafamı çevirdim ona, elinde bir tüp kan vardı.


- Bir şey rica edeyim mi senden? Hem canının sıkıntısı geçer, bir hava alırsın. Hasta bakıcıyla gönderecektim, işi uzadı herhalde, gelmedi daha. Şu odada kalan hastanın kanı, durumu pek iyi değil, sabahı görmez belki. Karşı binanın yedinci katına götürür müsün bu tüpü? Acele tahlil yapılması lazım, sonuca göre doktora haber vereceğiz. Kimsenin umudu yok ama Allah'tan da umut kesilmez. Refakatçısı yanından ayrılmak istemiyor. Gider misin?


Ondan, odadan, belki düşüncelerimden kaçacak, bir işe yarayacaktım, iyi bir fırsattı. Evet bile demeye lüzum görmeden elinden tüpü aldım, asansöre bakmadan merdivenlerden aşağıya indim. Tüp çok narindi, düşmesin diye sıkarken kırmaktan, kırmayayım diye gevşek tutarken düşürmekten korkuyordum. Adamın hayatı benim elimdeydi sanki. Dışarı çıkıp diğer binaya yürürken sendeleyip düşme korkusu sardı birden. Bir an önce teslim etmek istiyor, hızlanıyor, sonra kendimi sakinleştirmeye çalışarak yavaşlıyordum. Binanın kapısını sol kolumla açarken sağ kolumu ve tüpü olabildiğince uzaklaştırdım. Asansörün önüne gelip düğmeye bastım. Kanın ılıklığını iyice hissediyordum artık. Soğuyor muydu? Sanki ısınıyormuş gibi geliyordu bana. Benim sıcaklığımdan mı yararlanıyordu? Biraz önce içinde dolaştığı vücut hala bu kadar sıcak mıydı?


Asansörün ışığı yüzüme vurdu. Bir kör gibi o ışığa yöneldim, yedinci katın düğmesini bulup bastım ve gözümü tüpe çevirdim. Birden her şey kana bulandı, her yer kızardı ve gözlerim kararmaya başladı. Sol elimle tutunacak bir yer ararken sağ elimi tüpü korumak için göğsüme bastırdım, yere çömeldim. Çok zor bir şeydi üstlendiğim, kendi hayatını elimde tutamayan ben, başkasının hayatını taşımaya kalkmıştım. Şu anda yüzünü örtüyorlardı belki, son kez dünyaya bakmış, son nefesini bırakıp gitmişti. Sadece beyaz bir örtü geldi gözümün önüne. Onun yüzünü hiç görmemiştim ki ben. Kendi derdim vardı benim için, kimseyle ilgilenecek halim yoktu. Başka yüzlerdeki başka acılara bakmamıştım bile. Yüzünü bile görmediğim birinin kanı vardı elimde ve onun hayatına karşı sorumluydum.


Asansörün kapısı açıldı, belli belirsiz ışıklar vardı önümde, en parlak olanına yöneldim. Beyaz giysili bir görevliye tüpü teslim edip geri döndüm. Her adımda dünya biraz daha belirginleşiyordu. Ben görmesem de etrafımda olan şeyler vardı, duruyorlardı, sadece bakmamı bekliyorlardı. Baktıkça çoğaldılar. Yaşamım son nefese kadar bir yolculuktu. Arada ne olursa olsun son nefeste hepsi bitiverecekti. Nefesle içime neler doldurduğum bana bağlıydı. 'Üzüntülere dalıp gitmektense umudu beslemek en iyisi' diye düşündüm içeri girerken.


- Geldim.
- Teşekkür ederim hallettiğin için, hastabakıcı hala gelmedi. Gerçi kötüleşiyor gitgide, Allah günahlarını affetsin.


Ben yoldayken ölmemişti. Kapısına baktım bir süre, sonra hemşireyle göz göze geldik. İnsan ne kadar alışık olsa da zordu, gözlerinde bir bulut vardı bana bakarken. Yüzünü merak etmiştim az önce, oysa şimdi umurumda değildi. Az önce içine yerleşemediğim oda, şimdi en güzel sığınaktı. İçeri girip kapıyı kapattım, camın önüne gelip dışarı baktım. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Sabah, yüzüne kadar beyaz bir çarşafla örtülmüş olarak önümden geçerken, dün geceyi düşünüp bu adama  dua ettim.



1 Şubat 2012 Çarşamba

Bugün Uzun Uzun Bakılır Sana Sadece...

Bütün renklerinin üstünde beyaz var
Bugün farklı bir güzelliksin.
Kendini yormadan geçip gidiyor zaman
Özlenen bir sakinlikle.

İstese de telaşlanamıyor kimse.
Senden dertlenenler evlerindeler,
Diğerlerininse dertlenecek halleri yok.
Başları önlerinde yürüyorlar sessizce.

Kar tanelerinin tek düşüncesi,
'Nereye konsak bu güzelliğe bir güzellik ekleriz?'
Uçuşuyorlar üstünde.

Ne bir fotoğrafa, ne şiire, hiç birşeye sığmayan güzelliksin,
Bugün uzun uzun bakılır sana sadece.

15 Ocak 2012 Pazar

Bakışlar

Kız vapura son anda yetişti, etrafına hiç bakmadan pencere kenarında bulunan boş bir yere yöneldi hemen. Zihninin ve bedeninin yorgunluğu ile oturuverdi boş koltuğa. Kendinden sıkıldığı uzun günlere bir son verme kararındaydı. Büyük beklentilerine küçük dokunuşlar yetmiyordu. Her ne olacaksa tam istediği gibi, tam ondan beklendiği gibi olmalıydı. Ve çevresinde bulunan herkes bütün kalbiyle onaylamalıydı. Bir türlü yakalayamadıkları mutlulukları onunla tamam olmalıydı. Duyduğu şikayetlere sebep olmayacak bir hayat arıyordu. 


Oğlan karşısına oturan kıza bakakaldı. Uzun, dalgalı saçları güzel yüzünü küçük okşayışlarla geçerek omuzlarına iniyor, nereye gideceklerine karar veremeden kendilerini rastgele bırakıyorlardı. İçlerinde çok güzel anlamların sıkıştığı gözleri temas ettiği hiç bir şeyi incitmemek için yumuşacık bakıyorlardı. Burnunu, kimbilir hangi koleksiyonda yer alan, insanların bakmaya doyamadığı bir heykelden ödünç almıştı. Dudakların her bir kıvrımı uzanarak başka bir kıvrımı tamamlıyor, birbirlerine değmekten büyük keyif alıyorlardı. En hoyrat insanın bile dokunurken keyif aldığı bir kumaşa benzeyen teni apaktı. Biçimli elleri dizlerinin üstünde buluşmuş, küçük dokunuşlarla kendilerini oyalıyorlardı.


Kız camdaki su damlalarına bakıyordu. Uzun bir yoldan geldikleri için yorgundular,bazen küçük titreyişlerle ama çoğunlukla hareketsiz duruyorlardı camın üstünde. Bazen bir tanesi, belki yorgunluktan, ya da bıktığından bırakıveriyordu kendisini, yoluna çıkanları da kendine katarak iniveriyordu aşağılara. Belki direnenler vardı bu kaçışlara, ama genelde kaderlerine boyun eğerek bırakıveriyorlardı kendilerini akışa. İnsanları düşündü kız. Niyeyse bir sıkıntıları olduğunda önlerine bir kaç kişiyi katarak düşüyorlardı insanlar da. Çoğunlukla sessiz sedasız yaşıyorlardı. İstedikleri gibi değil, onlardan istenen hayatı yaşamak için programlamışlardı kendilerini. Çile dolduracak bir yerdi ne de olsa bu dünya, güzel bir şey olunca kendilerine saklamalı, kıskanılmamak için bu tesadüfü kimseyle paylaşmamalıydılar. 


Oğlan kıza bakıyordu. Yüzünde bir maske vardı kızın. İçindeki coşkulardan biri ne zaman kendini göstermeye kalksa, maske var gücüyle bunu belli etmemeye çalışıyordu. Yine de arada engelleyemiyordu bir kısmını. O zaman da kız eliyle saçını düzelterek, yanağını kaşıyarak, etrafına belli etmeden maskesini düzeltiyordu. Bu kısacık anlarda gördükleri yetiyordu oğlana. Gücü yetip maskeyi çıkarabilen bir kişiye bir çok güzellik vaat ediyordu bu güzel yüz.


Kız martılara bakıyordu. Çoktular, ama hepsi kendiyle meşguldü. Bir amaç için uçuyorlar, eğer bir engel çıkarsa önlerine güçlerince onu alt etmeye çalışıyor ya da hiç uğraşmadan yollarını değiştiriyorlardı. Her martı yalnızca kendi için yaşardı, başkası için değil. Hep beraberdiler, bir o kadar da yalnız. İnsanların alacağı çok ders vardı bundan, yine de bir çoğu kendi hayatını yaşarken, değerlendirirken başkalarına bakmayı seviyordu. İyi ya da kötü bir hayat yaşamaları için en güvendikleri kriter başkalarının hayatıydı. Hatalarını belli etmiyorlar, unutulmasına çalışıyorlar, başkasını ise acımasızca yargılayabiliyorlardı. Önemli olan istenen değil istenilen bir hayatı yaşamaktı, topluca kararları buydu.


Oğlan kıza bakıyordu. İçi de en az dışı kadar güzeldi, ama kimbilir ne kadar çok sebebi vardı bu güzellikleri saklamak için? Bir gün beklentilerine uygun biri gelecek, o maskeyi usulca alıp kenara koyacak, bütün güzelliğini doyasıya yaşayacaktı kız. Gelenin doğru olduğunu nereden bilecekti peki? Nasıl indirirdi maskeyi, nasıl ulaşırdı güzelliklere? Sonunda onu bekleyenler için uzun bir yolculuğa razıydı. Öyle bir ilk adım, öyle sözler lazımdı ki bu yolculuk için, yolun sonuna kadar her ikisi de sabredebilmeliydi. 


Kız denize bakıyordu. Griydi rengi, oysa maviyken daha güzel oluyordu. Denizinse renginden dolayı bir şikayeti yoktu. Kimi zaman kabarır, bazen sessiz kalır, kah güzel, kah çirkin bir kıyıya vurur, gece üşür, gündüz biraz ısınır, ne üstünde taşıdığı, ne içine aldığı insanları seçmezdi. Her zaman denizdi ve bilirdi ki kötü günleri atlatamazsa iyi günlerin tadına varamaz. Akıntılar hayat gibiydi, öncekini, sonrakini düşünmek değil bulunduğun yeri bilmek gerekti. Bir umut doluverdi içine kızın, yarın mavi bir deniz görecekti, veya sonraki gün, ya da daha sonraki. İlla bir gün görecekti daha önce görüp beğendiği maviliği. Umutla kalktı yerinden, hayatına kaldığı yerden devam etti.


Oğlan kızın arkasından bakakaldı. Maskesini çıkarıp koltuğun üstüne bırakmış, gidiyordu. Ağzından bir söz çıkmadı, sessizce izledi gidişini. Aklından hep maske üzerine bir şeyler söylemek geçmişti, karşısında kalan boş koltuğa baktı, sonra kafasını pencereye çevirdi. Camdaki damlalar, martılar, deniz anlatmaya çalıştı, anlayamazdı. Gözleri, bilinmez bir boşluğa asılı kalan kızın yüzünde kalmıştı.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Buradan başlamalıyım...

"Herkes önüne, sağa sola bakarken, biri de göğe bakmalı; kuşları, bulutları görmeli, yıldızları seyretmeli."


Buradan başlamalıyım. Okuduğumda yalnızlık hissinden kurtulduğum, benim gibi düşünenlerin olduğunu anladığım yerden başlamalıyım. Tüm zorluğuna rağmen yaşama küçük pencereler açan, orada gördükleri ile mutlu olan, daha önemlisi mutlu eden insanlar var. Şehrin Ilık Solukları'nı ilk elime aldığım gün çok sıkılmıştım. Anlamsızca dolaşarak bu sıkıntıyı geçirecek zamanı kazanmaya çalışıyordum. Benden beklenen, düzenli bir iş ve daha önemlisi bol kazançtı. Oysa gezmeyi seviyordum. Bir tercih yapmalıydım, ya beklentilere cevap verecektim ya da isteklerime.


İnsanlara baktım, hep bana tarif edilen gibiydiler. Giyimleri, kuşamları iyi, sıcak bir ofiste, belli saatlerde çalışıyorlar, istediklerini satın alabiliyorlar, istedikleri yere gidebiliyorlardı. Peki yüzlerinde niye hep o aynı ifade vardı, niye olması gerektiği kadar mutlu değillerdi? Sabahları ya da akşamları otobüslerde, dolmuşlarda, vapurlarda karşılaştığım o ifadelerin arasına karışırsam, benden bunu isteyenler mutlu olacaklar mıydı? Ben mutlu olacak mıydım?


Yollarda olmalıydım ben. Yeni yollar, yeni yolcular tanımalı, yeni yerler görmeliydim. İnsanların mutlu anlarına şahit olmalı, onlarla güzel şeyler paylaşmalı, yaşamalıydım. Bu isteklerimi defalarca anlatsam da savunamadım kendimi, doğru değildim ben, doğru insanların karşısında söyleyecek doğru sözlerim vardı ama onlar anlamayacaklardı beni. 


Sokaklarda yürüdüm, insanları seyrettim, çay içtim, değiştiremedim hiç bir şeyi. Bir kitapçıya attım kendimi, belki satır aralarında bir cevap bulurdum kendime. Kitabı elime alıp arkasını çevirince buluverdim cevabımı. Herkes gibi olmayı tercih etmeyebilirdim, başka insanlar vardı, karışıverirdim onların arasına. Hem kendim mutlu olurdum, hem yanımdakiler mutlu olurdu benim mutluluğumla. Ya mutlu olmayanlar; onlar da artık kendilerini mutlu edecek birilerini buluverirler canım, herkese yetemem ki.


O günden öncede yollardaydım, ama artık cevaplarım vardı. Arada gökyüzüne bakıp derin bir soluk alıyor, kuşlarla selamlaşıp halime şükrediyorum.