18 Nisan 2013 Perşembe

Gözlere Şenlik Floransa



Küçücük, derli toplu bir şehir. Akıllı, yetenekli insanlar yaşamışlar ve güzel bir miras bırakmışlar. Öyle böyle bir miras değil bu üstelik, bir devrin adı neredeyse burasıyla anılıyor. Şehrin sakinleri ise bu mirasa sahip çıkmış, bugünü huzurlu ve mutlu yaşıyorlar. Binaların dışı ne kadar etkileyici ise içi de bir o kadar güzelliklerle dolu. Şehrin hemen yanında küçük bir tepeye çıkınca şehir ayaklarınızın altına seriyor. Ve belki de en önemlisi, bu şehrin içinden bir nehir geçiyor. Yani Floransa, bir şehri sevimli kılabilecek bir çok özelliğe sahip.


Sabah erken saatlerde otelden ayrılıyor, kahvaltımı Ponte Vecchio'ya karşı yapmak istiyorum. Arno Nehri'nin üstünde, yapana büyük haz vermiş bir maket gibi duran köprünün üstünü tercih edenler çok fazla, karşıdan göreceğim bir yer bulup duvarın üzerine kuruluyorum. Bir kaç lokmanın ardından yanıma yaklaşan serçeyle tanışıyorum, bizdekilerin aksine insandan kaçmıyorlar. Sabah neşemi katlayan kahvaltının ardından kendimi Floransa'nın sokaklarına bırakıyorum. Rönesansın bu önemli kentinde sanat eserleri gerçekten göz alıcı. İsimlerini defalarca duyduğum insanların eserleri ile burun burunayım. Niye bu kadar ünlendiklerini artık daha iyi anlıyorum. Resimler, heykeller sanki canlı gibi, kimbilir, belki de canlılar. Ayaklarım bazen isyan ediyor, biraz dinlenmelerine izin verip devam ediyorum. Manfredi, Dosso Dossi, Tiziano, Michelangelo, Benefial, Tintoretto, Lo Spagnola, Leopoldo derken artık gözlerim ve aklım yoruluyor. Kendime dinlenecek sakin bir yer arıyorum.


Bu kadar özelliğe sahip bir şehrin doğal olarak ziyaretçisi de bol oluyor. Bu şehre ait olmadığını kolayca anlayabileceğiniz insanları her yerde görmek mümkün. Harıl harıl geziyor, merakla bakıyor, iştahla yiyor, kanarak içiyor, hesapsızca alıyorlar. Bir yerde oturanı görmek pek mümkün değil, hepsinin amacı kısıtlı zamanlarını dolu dolu geçirmek. Ve belki de önemli olan Floransa ile ilgili hatıralarını belgelemeye çalışıyorlar. Gezen insanın en önemli kazanımı anılarıdır, diğer her ayrıntı sadece bu anıları desteklemek için vardır. Teknolojinin gelişmesi ile öne çıkan en büyük destekçi de fotoğraf makineleri. Uffizi'de, Akademi'de en çok duyacağınız söz "No photo". Yüzyıllardır görenleri büyüleyen Boticelli ya da Michelangelo'nun eserlerini sevdiklerine göstermek için gizli saklı deklanşöre basmaya çalışan insanlar bolca bulunuyor. Bazen rahatsız edici boyutlara ulaşsa da artık neredeyse herkesin cebinde bir fotoğraf makinesi var.  


Floransa'yı severseniz tekrar gelmek için bir tavsiye var; Mercato Nuovo'da bulunan domuz heykelinin ağzına para konuluyor, bıraktığınızda alttaki deliklerden birine girerse dileğiniz olacak demektir. Başka inançlara sahip olma gerekliliğine inansam da yine de görmek isteğiyle yanına gidiyorum. Her dilden dileklere tanıklık edip ayrılmak üzereyken sessiz sedasız biri dikkatimi çekiyor, elinde defter, kulağında müzik, etrafta kimse yokmuş gibi elinde bulunan defteri karalıyor. Yanına yaklaşarak göz ucuyla bakınca domuzun resmini yaptığını görüyorum. Çevrede olanlarla hiç ilgilenmiyor, sayfada sadece domuz var, ne insanlar, ne paralar, ne fotoğraf makineleri, sadece domuz.



İtalyan ekmeği de diyenler var, pideye benzeyen nefis focaccia'dan yapılmış sandviç ile Michelangelo Tepesi'ne çıkıyorum. Başta Duomo olmak üzere görkemli yapılara karşı oturuyorum, ilk lokma ile serçeler ve güvercinler doluşuyor etrafıma, keyfime keyif katmaları için biraz kırıntı da yeterli oluyor üstelik. Onlarla oynaşıp manzaranın keyfini çıkarırken bir bahçe dikkatimi çekiyor, aşağıya inerken burayı deneyebilirim, kapısına gidince burasının Gül Bahçesi olduğunu, 350 çeşit gülün bulunduğunu öğrenerek şehrin kalbindeki  bu vahaya giriyorum. Belçikalı sanatçı Jean-Michel Folon'un 11 eserin sergilendiği bu küçük parkta bir tanıdık yüzle karşılaşıyorum, elinde defteri ve kalemi, kulağında müziği ile hatırlıyorum onu. Bir fotoğraf için izin istiyor, domuzla olan eski fotoğrafını gösteriyorum, o da bana bitmiş resmi gösteriyor. Brezilya'dan Floransa'ya gelip benim anılarıma giren arkadaşıma teşekkür ederek şehre geri dönüyorum.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

16 Nisan 2013 Salı

Kaşıkçı Elması Ne Kadar Eder?

Günlerden beri bilgisayar başında oturmaktan kızarmış gözlerimle  uzaklara bomboş baksam da kafamın içinde bin bir düşünce dolaşıyordu. Annemin sesiyle kendime geldim. Komşunun oğlunun ödevi varmış, Topkapı Sarayı'na gitmesi gerekiyormuş, işim yoksa beraber gidermiymişiz? Ses tonunun sonunda soru işareti yoktu doğal olarak, hemen hazırlanmalıydım, birazdan yola çıkacaktık. "Bir ilkokul öğrencisi ile Topkapı Sarayı gezilirken ne giyilir?" düşüncesi ile gardıroba yönelirken bir yandan söyleniyordum, gitmek zorunda değildim, ama bunu anneme anlatamazdım, yani gitmeliydim. Peki, ne işim vardı benim orada? 

İşim yoktu ve ben, her şeyi bu işsizliğe bağlıyordum. Mezun olalı çok uzun zaman geçmedi, evet, ama arkadaşlarım birer birer işbaşı yaparken ben hala kendime uygun bir iş arıyordum. En yakın arkadaşımın iki hafta önce işe başlamasıyla üzerimdeki baskılar ve yılgınlığım artmıştı. Aslında bazı fırsatlar geçmişti elime, ancak -kabul etmeliyim ki- çok hırslıydım. Daha iyi kazanç, daha iyi pozisyon derken epey vakit kaybetmiştim. Bütün sıkıntısı, belirsizliği, azarlarının yanı sıra cebimde çoğu zaman para olmuyordu. Annem, sanırım bu sıkıntımı anlamış, evden çıkarken elini cebime sokmuş, sırtıma vurarak arkasını dönüp gitmişti. Kapıyı çekerken arkasından baktım, elimi cebime götürdüm, fazla çıkarırsam kaybederim düşüncesi ile ucunu çıkardım, sadece 50 liraydı. Aşağı inip zili çaldığımda kapı hemen açıldı, küçük yoldaşım heyecanla beni bekliyordu anlaşılan, kısa bir süre sonra beraber sokaktaydık.

Uzun eğitim hayatının başlarında sayılırdı, benim gibi bu uzun koşuyu bitirmiş biri onun için çok ilginçti, hayranlıkla karışık sorularına biraz da gururla cevap vermeye çalışıyordum. Hep bu ilk kısımla ilgiliydi, kazara "Peki okul bitti, şimdi ne yapacaksın?" deyiverse okşanan gururum yerdeki tozlara karışacaktı, yine de tadını çıkartmaya çalışıyordum. Gelecek yıllarda belki onun yerinde olmayı isteyecektim ama şimdi geçirdiğim süreçlerin sıkıntıları tazeydi. Böyle bir gururla vapura ulaştık ve güzel havanın hakkını vererek açık kısımda oturduk. Hareket eder etmez nafakalarını arayan martılarla onlara simit atan iki yolcuyu izlemeye başladık. Bu ilişki benim popülerliğimi gölgelemiş, yoldaş, gözlerini ayırmadan onları izlemeye başlamıştı. "Ben de bir simit alsam." diye düşünsem de maddi durumu düşünüp vazgeçtim, deniz masmaviydi, bin bir düşünceyi birbirine ekleyerek maviliği seyrettim.

İçeri girebilmek için 25 lira ödemem gerektiğini öğrenene kadar keyfim yerindeydi, paranın yarısını buraya verirsem ne yer, ne içerdik? Çaresizdim, bileti sıkı sıkı elimde tuttum, kaybedersem hesap yapacak param olmayacaktı. Hesapları uç uca ekleyerek içeri girdim ve bir an ne tarafa gideceğimi algılayamadan etrafıma bakakaldım. Uzun zaman önce gelmiştim, sonrasında hiç ilgimi çekmemiş, hiç de yolum düşmemişti. Aklımda padişah giysileri, Kaşıkçı Elması ve muhteşem bir manzara kalmıştı, ama bunların da yönümü bulmam için faydaları yoktu. Önümdeki üç yola ve yoldaşıma baktım, o da gülerek bana, yolu seçmek benim görevimdi demek, birini gösteriverdim. Geziye bu şekilde başlarken yol boyunca edindiğim karizmanın buradan çıkarken epey eksileceğini anlamış oldum. Yol arkadaşım hazırlıklıydı neyse ki, ben sadece bu dehayı görünmez tehlikelerden korumakla görevliydim, bu göreve sıkıca sarıldım. Her girişte mekanları hatırlasam da ayrıntılar aklıma gelmiyordu, sadece bakmıştım demek ki, bilgiyi lüzumsuz görmüştüm. Padişah elbiselerini görünce derin bir "Oh!" çektim, yıllar öncesinden kendi yüzümü gördüm sanki:

- Ne kadar büyük insanlarmış!..

Hazine Bölümü, en çok vakit geçirdiğimiz yer oldu. Günlük hayatımızda kullandığımız eşyalar masal kahramanları için hazırlanmış gibiydi. Bir yanım "Vay be!" derken, öbür yanım "Ne gerek var?" diye düşünüyordu. Bazı güçler sadece insandan gelmiyordu, karizma için böyle suni katkılar da gerekiyordu demek. İş görüşmelerine giderken giydiğim takım elbiseye bu gördüklerimden birini iliştirseydim, sonuç ne olurdu acaba? Bu garip kombinasyonlarla uğraşırken Kaşıkçı Elması'nın önüne geldik. Eski bir dostla karşılaşmış kadar sevinerek pırıltısına uzun uzun baktım. Elindeki notlardan elmas hakkında ilginç bilgiler veren yoldaşım bir an dönüp yüzüme baktı:

- Okuduğum yerlerde göremedim, ne kadar eder acaba?

Masanın etrafında toplanmış insanlar geldi gözümün önüne, içlerinden biri de bendim. Masanın ortasında elmas vardı ve hepimiz gözümüzü kırpmadan bir bedel biçiyorduk. Biçilen değerler bir hayale uygundu doğal olarak, söylenen rakamların karşılıkları dudak uçuklatacak cinstendi. Tam bunlardan en mantıklı geleni seçip söylemeyi düşünürken cevap beklemediğini, buna ihtiyacı olmadığını söyleyiverdi:

- Satıp o parayı buraya koysalar kim gelir ki buraya.

Masada oturan herkes ayağa kalktı, söylemeyi düşündüğüm parayı 50'lik banknotlar halinde küçücük vitrine sıkıştırmaya başladılar. Bu hayali bitirmek için elimi cebime götürdüm, şu an vitrindeki örtüyü bile alacak durumda değildim. Verdiği cevabın beni ne kadar hayrete düşürdüğünü anlamayan yoldaşımın omzuna elimi koydum ve dışarı çıktık. Güzelim boğaz manzarasında, baktığım her şeyin fiyatını düşünürken buldum kendimi. Hadi evlerin, arabaların, gemilerin bir ederi vardı da şu mavi sular, beyaz bulutlar, gümüş martılar ne kadardı? Aşağıda yemek yiyen insanları görünce acıktığımı hissettim. 25 lira ve doyması gereken iki mide kaldı bir anda, bütün manzara silindi.

Saraydan çıkıp karnımızı doyuracak bir yer ararken katettiğimiz yol doğal olarak çok uzun geldi bana. Bilgisizliğimi affederdi belki ama parasızlığı asla, yani en azından ben olsam affetmezdim. Yürüdükçe küçüldüğümü hissediyor, biraz sonra yaşanacakların en kötü olasılığı üzerinden daha kötü senaryolar kuruyordum. Nasıl yalanlar bularak kurtulabilirdim acaba? Doğru beslenme, hijyen, sağlık hakkında bugüne kadar dinlediğim nasihatleri hatırlamaya çalışırken bir büfenin önüne geldik. Küçük dostum bir an durdu, büfeye bir süre baktı ve kendi sesinden korkarak yavaşça:

- Sosisli sandviç yiyebilir miyiz? Annem kızdığı için yiyemiyorum. 

Bundan daha mükemmel teklif olamazdı benim için, ikişer tane yaptırdım, boş bir bank bulup oturduk. Dünyada yenebilecek en güzel şeye sahip yoldaşımın keyfiyle mutluydum şu an. Parayla keyif arasında bir doğru orantı yoktu, bunu iyice anladım. Dönüş vapurunda cama başını dayayarak uyuyan yoldaşımın mutlu düşlerine sahip olmayı umarak martılara, denize ve gökyüzüne baktım. 

14 Nisan 2013 Pazar

Dağlardaki Bereket: Uzuncaburç





Demircili Anıt Mezarları

Silifke'den çıkarken tahmin ettiğim süreden uzun bir zamanda varıyorum Uzuncaburç'a. Bunun iki nedeni var: Sevimli olanı yol üzerinde, Demircili Köyü'nde gördüğüm anıt mezarlar. İkisi yan yana olmak üzere toplam dört mezar küçük ve sevimli yapılar. Köy evleri ve bahçelerin arasında hemen kendilerini belli ediyorlar. Her ne kadar ayrıntıları yok olsa da taş işçilikleri çok güzel. Sevimsiz sebebim ise yol çalışması nedeniyle girdiğim bozuk yol ve hiç bir yönlendirme olmaması nedeni ile yaşadığım stres. İlkini atlattıktan sonra ikinci bir yol yapımı ile yine yolum değişiyor, sonunda Uzuncaburç'a ulaşıyorum.


Yol üzerinde gördüğüm belediye tabelalarından dolayı büyük bir yerleşim bekliyorum, sadece tek katlı belediye binası, karşısında bir kahve ve bir kaç küçük yapı karşılıyor beni, arkalarında da buraya ismini veren tarihi yapı. Yerleşimin evleri, genelde yol boyunca gördüğüm tarlaların, bahçelerin aralarında kalıyor. Yol yorgunluğunu, sersemliğini bir kahve ile atmak istiyorum. Çay bardağında sunulunca burun kıvırdığım kahvenin enfes tadı ile gözüm açılıyor. Hedefim olan antik kent kalıntılarına doğru seğirtiyorum, Mersin'in en iyisi olduğunu duydum, diyenler haklıymış. Fazla çalışma yapılmamasına rağmen kalıntılara bakınca zamanında nasıl oldukları konusunda bir fikri oluyor insanın. 


Cazip bir gölgesi olan çınar ağacının karşısında yer alan sütunlu caddenin girişinde anıtsal kapıdan kalan beş sütun bulunuyor. Yolu takip edince sol tarafımda Zeus Tapınağı kalıyor. Yüzyılların depremlerine, rüzgarlarına, yağmurlarına inat ayakta kalan sütunlarıyla etkileyici bir yapı olan tapınağın kalıntıları arasında farklı hayvan kabartmalarının olduğu taşlar, üzüm hevenkli lahit ve birbirinin peşi sıra uzanan üç kişinin olduğu bir lahit kapağı dikkat çekiyor. Zeus Tapınağı'nın hemen yanında yer alan Şans Tapınağı'nın yanında bulunan kentin kuzey kapısından çıkıyor, geldiğim yoldan farklı bir güzergahı tercih ederek geri dönüyorum. Yol boyunca gördüğüm bahçe duvarlarında antik dönem yapılarından alınan malzemelerin kullanımı ilginç görüntüler oluşturuyor. Küçük olmasına rağmen genel olarak sağlamca günümüze ulaşmış tiyatronun basamaklarından bahçelerin manzarasını iyice sindiriyor, temiz havayı derin derin soluyunca acıktığımı hissediyorum.


Gezinin başlangıç noktasında bulunan çınarın yanında karnımı doyuracağımı düşünerek geri dönüyorum, yanılmadığımı, hatta çok isabetli bir karar verdiğimi kısa sürede anlayacağım. İçine peynir konulduktan sonra katlanıp pişirilen incecik hamurlu börek ve incecik lavaş ekmeğinin içine konulan çeşitli malzemelerle dürüm yapılan sıkma'yı beklerken masaya zeytin ve ayran geliyor. Neredeyse aynı zamanda bir de tekir kedi çıkıyor ortaya, miyavlamarıyla bana eşlik ediyor. Gelen sıkmadan, börekten atılan parçaları havada kaparken içerden bir ses geliyor: 

- Siz karnınızı doyurun, ben onları ekmekleyeceğim birazdan.
- Baksana ama, nasıl duygu sömürüsü yapıyor.
- O da biliyor işin duyguyla yürüyeceğini.

İçeri giriyor, biraz sonra elinde bir tencere ile çıkıyor ve biraz ileri giderek pisilere sesleniyor, onlar da bu çağrıyı ikiletmeden doluşuyorlar yemeğin başına, bizim tekir de yerini alıyor hemen. Bir süre elinde tencere ile onları izliyor, sonra yanıma geliyor ve aynı duruş ve bakışla masaya bakıyor, bu durumların klişe 'Başka bir şey ister misiniz?' sorusunu beklerken bir anne gibi davranıyor:

- Doydunuz mu?
- Ellerinize sağlık; diyebiliyorum sadece; ama hem ellerine, hem ağzına hem de yüreğine sağlık. 


Yemek üstü vazgeçilmezi çayla birlikte elinde iki kutu ile geri dönüyor, merakla açılmasını beklediğim kutuların birinden kavrulmuş buğday ve melengiç, diğerinden kuru üzüm çıkıyor, yemek üstüne atıştırmalık. Hemen ağzıma atıp keyifle çayımı yudumlarken anıtsal kapının yanındaki beton binayı soruyorum, "Bilmem." diyor, "Kütüphane diye yaptılar, öyle kaldı, bütün bunları yıkacaklar, bizleri de buradan kaldıracaklarmış.". Her biri yaşadıkları tarihi üzerinde taşıyan köy evlerine bakıyorum, birinin ahşap balkonu da olan bu taş evler yorgun ama sevimliler. Koruma demek en eskiyi yaşatmak mı sadece? Tarihin eskisi ya da yenisi olur mu? Oluşan hoş atmosferi bozup ziyaretçileri bu keyiften mahrum etmek nasıl bir planlama acaba? Antik kenti yapanlar ve torunları yüzyıllarca beraber yaşamış ve ilginç bir birlikteliğe imza atmışlarken niye buna uygun düşünen yetkililer ortaya çıkmaz?


Gönülden vedalaşırken etrafa bir daha baktım, umarım tekrar geldiğimde bu keyfi tekrar yaşarım, bu ortama acır ve sahiplerine bağışlarlar.

12 Nisan 2013 Cuma

Masal Kahramanları'nın Kenti: Venedik


Gezmeyi seven herkesin mutlaka görmek istediği yerlerden birindeyim, göreceklerimin heyecanıyla bindiğim tekne ilerlerken bir yandan da coğrafyayı algılamaya çalışıyorum. Kazıklarla belirlenen güzergahımızda ilerlerken önümüze bir çok alternatif çıkıyor, hangisini seçeceğimizi tahmin etmeye çalışıyorum, bu durum giderek bir oyun haline geliyor. Fotoğraflardan tanıdığım yapıları görene dek devam ediyorum bu oyuna, sonra onlara bakarak Venedik'in neresinde olduğumuzu algılamaya çalışıyorum. Saat Kulesi, Dükler Sarayı, Aziz Marko Kilisesi derken kıyıya yanaşıyoruz. 

Önce 'Gördün mü?' sorusuna hayır cevabı veremeyeceğim yerleri görmeliyim. Bütün gezi kitaplarının en başında yer alan bu yerler nedense anılarda en az yer tutanlardır. Daima bir kalabalıkla gezilir bu tip yerler, sanki hac yeri gibidirler. Girişleri pahalı, kuralları sıkı ve görevlileri mümkün olduğunca terstir.   Bu kadar övülen güzellikler içinde nasıl bu kadar mutsuz olduklarına hayret ederek etrafı iyice inceliyor, 'Acaba bir şey kaçırdım mı?' ile 'Etrafı devirmesem bari.' tedirginliği arasında gidip geliyor ve sorulara gururla cevap verecek kıvama geldiğimi hissedince yavaşça çıkışa yöneliyorum.

Elimde uzun bir liste ve görmek istediğim çok yer var, şaşkın bir şekilde sokaklarda yürüyorum, etrafıma doyasıya bakarak şehri algılamaya çalışıyorum. Kanalların arasına sıkışmış sokaklarda birbirinden güzel, masal kahramanlarının yaşaması için tasarlanmış binalara bakarak ilerliyorum. 
Önüme çıkan her yol ayrımından sapıyor ve merakla etrafıma bakıyor, yapanları, yaşananları, yaşayanları düşlüyorum. Bir süre sonra gezi listemi unutuyor, sonra tekrar hatırlıyor, nerede olduğumu anlamak için etrafıma ve haritaya bakakalıyorum. İşin içinden çıkamayınca birinden yardım istiyorum, haritaya şöyle bir bakıyor ve parmağıyla nerede olduğumu gösteriyor, peki ben buralara nasıl gelebildim? Doğru tarafa yönelip bir kaç sokak ilerleyince yön duygumu tekrar kaybediyorum. 

Artık göreceklerimden umudu kestim, geri dönüş yolunu bulmaya çalışıyorum. Bazı yerlerde sokaklar kalabalıklaşıyor, arkalarına takılıyorum, amacım bir caddeye (hem de Venedik'te !) çıkmak. Ancak kalabalıklar bir anda toplanıp dağılıveriyorlar sanki, anlıyorum ki kalabalıklar mekanla değil, zamanla ilgili burada. Bir süre daha yürüyüp bir duvarın üstüne oturuyorum. Elimdeki sandviçten bir lokma alıyor, boş gözlerle etrafı seyrediyorum. Haritayı elime almaktan korkuyorum artık, biraz soluklanmalıyız ikimiz de, çok yorulduk. İnsanları seyrediyorum bir süre. Hiç kimsede telaş yok, yetişmeleri gereken yerler bekleyebilir, sanki 'acele' kelimesi giremiyor bu kente. Turistler de bu şehre ayak uydurmuşlar, 'daha fazla yer görelim' demek için gezi güzergahlarının diğer kentlerini bekliyorlar besbelli. Bu arada farkediyorum ki geldiğimden beri aynı yüzü iki kere görmedim, oysa turistik yerlerin en güzel oyunudur bu. Aynı yerlerden keyif almaları buyurulmuş insanlar topluluğu sürekli birbirleriyle karşılaşır, yol arkadaşınıza tarif etmek için gördüğünüz yerlerle adlandırırsınız bu insanları, hatta bazen selamlaşır, tanışırsınız. Oysa Venedik'te bu pek mümkün değil, sanırım diğerleri de benim gibi şehrin ummadıkları başka yerlerini görerek yorgun dönüyorlar otellerine.

Venedik'te gezdikçe anlıyorum ki burası gerçek bir masal kenti, zamanla konuşmamayı, sadece anlattıklarını dinlemeyi öğreniyor insan. Görmek istediklerini onun istediği zaman ve onun istediği sırayla görebiliyorsun. Hiç şikayetim yok, kendimi keyifle kollarına bırakıyor, sunduğu hoş sürprizlere bayılıyorum. Haritam ve gezi listem de tatilde artık, ellerim cebimde kanalların arasında ıslık çalarak dolaşıyorum.

Ayrılık vakti için kelimenin her anlamıyla erken; şehir uykusundan yeni yeni uyanmakta hala ve ben bu şehre doyamadım. Güneşin nazlanarak gelişini belirttiği bu saatlerde çok az kişi var sokaklarda, sonra hepimiz bir vaperetto'ya doluşuyoruz. Gezmek için gelenlerin hepsi uykuda, şehir halkıyla beraberiz sadece. Benim görmek için binlerce kilometre geldiğim şehirde yaşıyorlar ama hiç umurlarında değil. Daha güzel rüyalar için uyuyorlar, daha güzel haberler için gazete okuyorlar sanki. Nefesleriyle oluşan buğuyu elimle temizleyip dışarı bakıyor, son bakışların hüznüyle veda ediyorum. Bir hareketlenme olunca istasyona yaklaştığımızı anlıyorum. İskelenin hemen karşısında bulunan istasyonun kapısı sanki bir lavabo deliği gibi, etraftaki insanları toplayıp yutuveriyor. Tren hareket ederken uyanıyorum masaldan, gördüğüm arabalara, kamyonlara, otobüslere, gemilere, binalara, insanlara inanmayacakları bu masal kentini anlatmak istiyor, çok çabuk vazgeçiyorum.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Coğrafyanın Birkaç Yüzü


Uzaktan Vazelon Manastırı
Bazı yolculuklarda yol kenarında gördüğüm bir tabela ilgimi çeker. İsmi, orası hakkında duyduklarım ya da sadece bir merak o yola girme isteği uyandırır içimde. Hatta birkaç sefer hiç hesapta yokken yolumdan sapmışlığım da vardır. Kıyıda köşede kalan bu yerler bazen hoş sürprizler sunabilir ziyaretçilerine. Popüler yerleri gezme telaşında olan insanlar uğramadığı için sakindirler, çevrede yaşayanlar bu sakinliğin tadına vararak gülümserler ziyaretçilerine, yürekten 'hoş geldin' derler. Doğaya gereksizce müdahele edilmemiştir buralarda, dolayısıyla her şey sanki en baştan beri aynıymış, yeri bile değişmemiş duygusunu yaşatır. Bütün bunları yaşamayabilirsiniz belki, ama olsun, bir yol varsa muhakkak gidilmeye değer.

İçerisi de gökyüzü, dışarısı da
Trabzon'dan yolculuğa başlarken amacımız tabelalarını gördüğümüz, bir kitapta rastladığımız ya da tesadüfen karşımıza çıkan yerleri görebilmekti. Yola çıkarken ince bir güzergah hesabı yapmadık. Hem yol şartlarından emin değildik, hem gidilen yerlerde ne kadar vakit geçireceğimizi bilmiyorduk, belki de en önemlisi karşımıza çıkan güzelliklerin hakkını vermek istiyorduk. Söz konusu yerler Karadeniz'de olunca daha bir dikkatli olmak gerekli tabi, özellikle Türkiye'de var olan tabela anlayışını göz önüne alınca sürprizlere hazır olmak gerekiyor, bu yolculuk sırasında da birkaç maceramız oldu böyle. Her günü bir önceki akşamdan kaba hatlarıyla planlayarak sabah yola düştük. Bu planlar bazen tuttu, bazen tutmadı, ama önemli olan planlar değil yolculuktu bizim için, hakkını vermeye çalıştık. Bizi çağıran hiçbir güzelliği es geçmeden, çok popüler olan bir hikayede söylendiği gibi 'ruhlarımızın yetişmesine izin vererek' gezdik, beklentilerimizi fazlasıyla karşılayan bir rotada keyifli bir hafta geçirdik.

Ne bulurlarsa masraf çıkar acaba?
Ne var abi orada, gitmeye değer mi?
Bölge hakkında gerek internette, gerek basılı malzeme ve kitap olarak çok bilgi bulmak mümkün değil. Gitmeden önce internetten ulaştığımız sitelerdeyse çok az bilgi, bir kısmının ne olduğu tam anlaşılamayan bol fotoğraf vardı. Yine broşür ve bilgi kitapçıkları da kısacık beylik bilgilerle bol fotoğraftan oluşuyordu. Elimizde bulunan 2 rehber kitabın basım tarihleri eskiydi, dolayısıyla bazı bilgiler güncel olmayabilirdi, nitekim bazı yerlerde bu da başımıza iş açtı. Bunlardan dolayı hedeflerimize yaklaştıkça gezeceğimiz yerler ve güzergahımız hakkında etraftan bilgi toplamaya çalıştık.

Böyle gezmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var muhakkak. Yanımıza aldığımız kitaplar, dostlarımızın tavsiyeleri, yol sorduğumuz insanlar olmasına rağmen bazı yerlerde kaybolduk, gidip bir şey göremeden geri döndüğümüz yollar oldu. Trabzon'da ismine çokca rastlanan, bazı kuruluşların da ismini kullandığı Vazelon Manastırı'nı uzaktan görmemize rağmen yanına gidemedik, doğru düzgün bir tabelası bile olmayan, deneyerek bulduğumuz yolların sonunda karşımıza çıkan manastırın patikasını bulamadık bir türlü, değil kitabın birinde bahsedilen kahve, bir insana bile rastlayamadığımız yolculuktan aşağıdan çekilmiş birkaç fotoğrafın dışında bol bol çamur kaldı hatıra olarak. Yine Kağızman yolunda rastladığımız Camuşlu Kaya Resimleri tabelasının gösterdiği yola saptık, ulaştığımız ilk köyde bir teyzeye yolu sorduğumuzda 'Gidemezsiniz.' demesine rağmen yola devam ettik, sonuçta gidemedik, geri döndük. Teyze, arabanın lastiklerine bakıp 'Gidemediniz, değil mi?' dedi, 'Senin yüzünden oldu.' cevabını duyunca attığı kahkahaya bile değerdi o zahmetli yolculuk. Günümüzden 13 bin yıl önce yapılan resimleri göremedik ama anlatacak hoş bir anımız oldu en azından.

Nasıl çıktığımı görmem lazım..
Türkiye'de kaç tane Baksı var?
Yol tarifi alırken 'Eski ismi Baksı, müzenin adı da aynı ama köyün yeni ismini hatırlamıyorum.' demişti arkadaşım. Bu köyde doğan sanatçı ve eğitimci Hüsamettin Koçan'ın bir düşüyle hayat bulan, ummadığınız bir anda karşınıza çıkan ilginç bir binanın içinde umulmadık bir koleksiyon değiştirilerek sergilendiği, bu köyde yaşayan gençlerin geziniz sırasında size eşlik ettiği, Çoruh Vadisi'ne bakan bir yamacın üstünde yükselen, kendisi bile bir sanat eseri olan yapı, güzel bir kütüphane ve toplantı salonunun yanı sıra çevre insanlarına çeşitli eğitimlerin verildiği atölyeleri de kapsayan bu yapının bulunduğu köyün yeni adı 'Bayraktar' imiş.Merakıma engel olmadım, Google'da 'Bayraktar Köyü' olarak arama yapınca karşıma epey bir seçenek çıktı, 'Baksı' olarak arattığımda ise seçenekler yerleşim yeri olarak tekti. Orta Asya halk kültüründe 'Şaman' demek olan bu kelime birilerine yabancı gelmiş olacak ki anlayabilecekleri bir kelime ile değiştirmişler.

Türkiye genelinde bir çok örneği olan bu yeniden adlandırmada çoğu zaman çok yaratıcı olamamışlar ne yazık ki. Buğdaylı, Kılıçcı, Laleli, Göztepe buradaki köy isimlerinden bir kaçı. Yaşayanların bir kısmı hala eski isimleriyle beraber kullanıyor bu yeni 'yakıştırma'ları. Bazen karışıklıklara da yol açmıyor değil bu durum. Yusufeli'ne bağlı, Barhal Dağları'nın (gerçi onların ismini de değiştirmişler) eteğinde, Barhal Çayı'nın kıyısında, içinde bütün kaynaklarda Barhal Kilisesi olarak adlandırılan Barhal Köyü'nün yeni adı Altıparmak. Ve siz köye yaklaşana kadar bu ismi bilmiyorsunuz. Sırtını, temmuz sonunda bile başı karlı zirvelere dayayan, içinden gürül gürül akan coşkulu bir derenin çağıltısı ile her daim şen bu yemyeşil vadinin isminin ne önemi var mı diyeceğiz? Demesek ya da demeselerdi daha iyiydi bence, yüzyılların birikimi günümüze gelen her şeyi korumak, bizim sorumluluğumuz olmalı.

Surların içinde bir köy
Kale mi diyeceğiz, yoksa köy mü; Tunçkaya mı yoksa Keçivan olarak mı yazacağız, bilmem ama, anlatıldığı kadar etkileyici bir yer olduğunu anlamak için kapısına kadar gitmek gerekiyor. Evet, iki vadi arasında yükselen bir kayalığın üzerine yerleşen bu köyün bir kapısı var, buradan girmezseniz başka yerden girmeniz için epeyce uğraşmanız gerekiyor. Bu kapı öyle basit bir kapı da değil, yüksekliği 10 metreyi bulan iki sıra surdan geçmeniz gerekiyor. Dışardaki şaşaanın izine içeride rastlamak mümkün değil, sıradan bir köye girmek için fazla tantanalı bir yol kullanılıyor. Görkemli kapıdan geçtiğiniz zaman ise sizi karşılayan hayvancılıkla geçinen bir köy; yolları çamurlu, insanları güleç, çocukları mutlu bir köy. Girerken yaşadığınız tedirginliğin izi bile yok köyün içinde, belki de ortaçağın karanlık filmlerinden çok etkilenmişiz. Yoldan görülen kilisenin karmaşık yolunda çocuklar bize eşlik ediyor, fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor, onların bu halini büyükler keyifle seyrediyor ve çay eşliğinde kendi yaptıkları peyniri ikram etmek için bizi davet ediyorlar. Tarih boyunca bir çok olay gördüğü kesin olan bu kasvetli köyün insanlarının bu kadar sevecen olması insanı hayrete düşürüyor.

Eski aletler, eski defterler..
Anayolun kenarında bulunan bir inek maketiyle sapıyor, kısa bir yolculukla köye ulaşıyoruz. Görüntü olarak diğer köylerden pek bir farkı yok, yolumuzu buraya düşüren Peynir Müzesi'ne ait bir ayrıntı da ortada görünmüyor. Genç bakkal bizi karşılamaya hazır bekliyor, selamlayıp müzeyi soruyoruz, daha tamamlanmadığını söyleyerek binayı gösteriyor ve istersek gezebileceğimizi ekliyor. Duvarlarına asılmış bilgi panolarında köyün peynirle gelişen tarihiyle ilginç ayrıntılar fotoğraflarla anlatılmış. Çevrede dağınık olarak müzede sergilenecek eşyalar duruyor. Merakla okuduğumuz her ayrıntı bizi hayrete düşürüyor. Almanlar, İsviçreliler, Ruslar ve Karslılar gerçekten ilginç bir hikaye için burada toplanmış, bu ücra köyde farklı bir kültürün peyniri olan gravyeri üretmişler. Daha açılmayan müzenin ziyaretçi defteri yarısına kadar dolmuş bile, tebriklerimizi kayda geçirerek ayrılıyoruz buradan.


Neler görürüz daha, kimbilir..
Bir şey bulursanız haberimiz olsun
Bu meraklı yolculuğun bizde bulunan kaynaklarda yer almayan, ismini bile duymadığımız hoş süprizleri de oldu doğal olarak. Yusufeli yakınlarında gördüğümüz Esbek Kalesi'ni daha önce hiç duymamıştık örneğin. Gördüğümüz tabelayla anayoldan ayrıldık, bir iki sapaktan sonra yol kenarında rastladığımız birine sorduk, gülerek yüzümüze baktı, eliyle tepeyi gösterdi ve ekledi: 'Bir şey bulursanız haberimiz olsun'. Gezmek, bazıları için çok amaçsız bir iş, 'muhakkak başka işleri vardır' diye düşünürler, sonunda da definecilikte karar kılınır. Haksız da değiller aslında, gördüğümüz bir çok yapı definecilerin epeyce ilgisini çekmiş. Her tasvir ya da yazıyı bir işaret saymışlar ve epeyce uğraşmışlar, bulmuşlar mı bilinmez ama onarılamaz izleri hala duruyor.

İstisnasız her kilisede bir 'çalışma' yapmış defineciler. Onların bıraktığı izlere tezat adak mumlarıyla karşılaştık bir çoğunda da, herkesin umudu başka tabi. Malzemeleri başka yerlerde kullanılmak üzere zarara uğratılmış tarihi yapılarla da karşılaştık. Görkemli ceviz ağaçlarının arasında heybetle yükselen Tbeti Kilisesi'nin dinamitle parçalanan taşları okul ve camiye gitmiş mesela. Öşk Vank'ın, İşhan'ın koca koca taşları kimbilir nerelerde. Kaderlerine terkedilmiş yaklaşık bin yıllık bu yapılara değil sahip çıkmak, yavaş yavaş tüketmeye çalışmışlar; ama onlar gene de direnmişler bu tahribatlara. Çok sevdiğimiz yazı yazma durumlarına hiç girmiyorum bile, hatta bazı yerlerde abartıp resim yapmaya girişmişler.

Araziye uyan yollar
Arabayı araziye uydurduk
Ana yolları fazla tercih etmeyeceğimize baştan karar vermiştik, ancak aracımız konusunda şüphelerimiz vardı. Arazi aracı konusunda gidip geldik, sonunda bir binek arabada karar kıldık. 'Arazi aracınız mı var?' diyenlere verdiğimiz 'Hayır, aracımızı araziye uyduruyoruz.' yanıtından genelde büyük keyif aldık. Araç da bizim yüzümüzü kara çıkarmadı; ses çıkartmadan, arızalanmadan, lastiği bile patlamadan yolun sonunu gördü.

Yolların bu kadar bozuk olması, bir çok yerin gözlerden uzak kalmasını da sağlamıştı doğal olarak. Hatta bazen yerel yöneticilerin kasıtlı olarak yolları yapmayıp tabela dikmediklerini düşünüyorum. Özellikle Trabzon'un bu konudaki ilgisizliği dikkat çekici. Herkesin bildiği birkaç yer için gösterilen özene rağmen diğer görülesi yerler hiç yokmuş gibi davranılmış. Şehir içinde yer alan Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ni bile ancak sorarak bulabilirsiniz. Gümüşhane ise tabela konusunu fazla fazla halletmiş. Neredeyse her sapakta kaç kilometre kaldığını bile gösteren tabelalar mevcut. Gezimiz sırasında uğradığımız diğer illerde ise yeterli denebilecek tabelalar mevcut. Gördüklerimle ne kadar mutlu olduysam da 'Acaba kaçırdığım bir şeyler oldu mu?' diye düşünmüyor değilim.

Rengarenk bir coğrafya
Şeftali Molaları
Gezi tarihimizi seçerken tamamen iş açısından uygun zamanımıza göre ayarladık, bu da ramazan ayına denk geliyordu. Hava açısından iyi olma ihtimali yüksekti, tatilcilerin genelde evde olduğu zamanlardı, yani yollar, gezilen yerler nisbeten sakin olabilirdi. Ancak bazı yerlerde ramazan demek, yemeğin tamamen unutulması anlamına geliyor. Bazı yerlerde iftar saatinden sonra bile açık lokanta bulamadık. Hatta sağlam olsun diye gazete kağıdıyla camlarını bile örtmüşlerdi çoğu lokantanın. Bu duruma kendimizi hazırlamıştık, yanımızda bol miktarda galeta ve atıştırmalık vardı, uygun yerlerden takviye de yaptık. Yine ara ara meyve, hatta mevsimi olduğu için özellikle şeftali ile de midemizi avuttuk.

Yani bu gezi, beni tanıyanları yemekler açısından hayal kırıklığına uğrattı, ama keyifli sofralarımız da oldu. Hamsiköy Kardak Tesislerinde dostum Koray Pervanlar'ın lezzetli etleri ve tabi ki sütlacı, Uzundere Yedigöller Tesisleri'nde yöresel yemeklerden oluşan tabak ve kuru kayısıdan yaptıkları tatlı, Şavşat Karagöl'de alabalık ve salata, Taşköprü Yaylası'nda yediğimiz patates yemeği unutulmazdı.

Yolun her kıvrımı farklı bir coğrafyaya gidiyor.
Abi kaç km kaldı?
Acemi yolcunun en büyük hatası hedefe kilitlenmesidir. Oysa yolculuk bir bütündür, bütünüyle yolda olma halidir, gidilen yerler ne kadar ilgi çekici olsa da yolların hakkını da vermek gerekir. Bu sayede ilginç ayrıntılarla oyalanır ve sıkılmadan hedefe varır. Hatta ilginç bir şekilde anılarda, fotoğrafların aksine gidilen yerlerden çok yolculuk anıları kalır. Eski Zigana yolunun virajlarında ilerlerken birden karşınıza çıkıveren Torul Baraj Gölü ve Harşit Vadisi'nin manzarası güzel bir anıdır mesela. Çaykara'dan Bayburt'a, Ardahan'dan Şavşat'a, Uzundere'den dağ yolunu izleyerek Oltu'ya, Gümüşhane'den Santa Harabeleri'ne yapılan yolculuklarda coğrafyanın inanılmaz değişimi, iklimin yaptığı oyunlar, üzerinize yürüyen bulutlar unutulamaz. Daha önce görmediğiniz çiçekler, ismini bile bilmediğiniz kuşlar, nereye gittiğini merak ettiğiniz insanlar hep yolunuzdadır. İşte bir coğrafyada sayısız defa kıvrılarak ilerleyen yolları 'yolculuk' haline getiren bu ayrıntılardır.

Yol üzerinde karşınıza çıkan her tabelaya inanılır mı? Elbette inanılmaz, sormak, soruşturmak gerekir. Bunu yaparken sağlam bilgi kaynaklarınız ve en önemlisi sağlam bir yol arkadaşınız olmalı. Ayrıntıları öğrenmeden bu yolculuğa evet diyen, keşfetme heyecanını her daim taşıyan, olumsuzluklardan yılmayan ve en önemlisi gördüğü güzelliklerin tadını çıkaran dostum Suat Ertüzün'e teşekkür etmeliyim. Yine güzergahımızı belirlemede büyük katkıları olan, bazı günlerimizi en ince ayrıntılarıyla planlayan, onsuz görme şansımızın bulunmadığı yerleri tavsiye eden, kendini bölgeye adamış dostum Egemen Çakır'a da kocaman bir teşekkür borcum var. Yolculuğun bu iki temel taşının dışında tanıdık, tanımadık bir çok kişiden de büyük destek aldık, onları da dostlukla anmam gerekiyor. Umarım yollarımız bir yerlerde tekrar kesişir.

14 Mart 2012 Çarşamba

Ayakkabı

Trafik ışığının yeşile dönmesini beklerken ayakkabılarına baktı, uzun süre aramış, şansına çok da uygun fiyata almıştı. İndirim yapan bir dükkanda bulmuştu bunları, vitrinde uzun süre kaldığı için oluşan belli belirsiz bir lekeden dolayı normal fiyatının üçte birini ödemişti. Sürekli ayakta durduğu, uzun yürüyüşler yaptığı için rahatlığı da cabasıydı. Her karşılaştığı tanıdığa gösteriyor, kaça aldığına dair tahminlerini soruyor, sonunda böbürlenerek hikayesini anlatıyor, her anlatışında neredeyse rahatlığı ve şıklığı kadar keyif alıyordu. Evden çıkmadan cilalı süngerle sildiği için pırıl pırıl parlıyor, kenarında markasını gösteren küçük arması ile çok şık görünüyordu. 


Kafasını kaldırıp trafiği kontrol etti tekrar, elindeki alışveriş torbalarını yere bırakmayı düşündü bir an, sonra vazgeçti, ev yeni temizlenmişti. Ucuz olduğu için pazardan toplu olarak almıştı, bir haftalık olası ihtiyaçları olanca ağırlığıyla ellerindeydi. Biraz daha rahat harcayabilmek, en azından gelecek bir kaç ay için mümkün değildi. Her tezgahın önünde dakikalarca durarak, diğer fiyatlara bakıp kıyaslayarak, arada üç kuruş da olsa pazarlık yaparak doldurduğu ağır torbaları bir kaç ay daha taşıyacaktı çaresiz. 


Arabaların durduğunu görünce karşıya geçip hızlı adımlarla eve yöneldi. Tuvalete gitmeli, yemek hazırlayıp karnını doyurmalı, sonra günün yorgunluğunu atarak güzelce dinlenmeliydi. Evin kapısını açıp içeri girince torbaları bıraktı, nefes bile almadan tuvalete koştu.


***


Yaz tatilinde çalışıp harçlığını çıkarmak istemiş, ama bu kadar yorulacağını tahmin bile etmemişti. Kış boyunca okul çıkışında, evlerden verilen siparişler için yine yardım ediyordu bakkala; fakat yazın hem bütün gün çalışmaktan, hem de sıcaktan baygınlık geçirecekmiş gibiydi. Kazancı fena değildi gerçi, bahşişlerle iyi bir para geçiyordu eline, sıkıntılara biraz daha katlanırsa okul açılınca rahat edecekti. İndiği merdivenlerden yuvarlanmamak için bile bir gayret gerekiyordu şimdi, "Bir an önce akşam olsun." diye düşünürken hırsından ağlayacaktı neredeyse. 


Kaç kat kaldığını hesaplarken daire kapısının önünde parıldayan ayakkabıları gördü. Bunları almak için çok çalışması lazımdı, ızdıraplarına bir yenisini ekleyerek inmeye devam edecekken bir an durdu, ayakkabıların pırıltısına baktı, ayağında çok şık duracaklardı. Cebinden servis sırasında lazım olur diye  taşıdığı poşeti çıkardı, etrafı dinledi bir süre, eğilip ayakkabıları poşetin içine koydu. Mahallenin camisine bırakır, akşam eve dönerken de alırdı, nasıl aldığına dair yalanlarını hazırlarken apartmandan çıktı, camiye yöneldi.


***


Görünüşünü o kadar güven veriyordu ki, kimse camilerden ayakkabı çalarak geçindiğini tahmin etmezdi. Gözüne birini kestirir, hareketlerini kollar, ayakkabısını sanki kendisininmiş, yıllardır giyiyormuş gibi hiç incelemeden aşırır, şansına iyi de para getirirse bayram ederdi. Sabahtan evden çıkar, her gün farklı camilerde sanatını icra eder, şüphe çekmemek için cami içinde rekat rekat namaz kılardı. Hatta o kadar huşu içinde kılardı ki bu namazı, görenler bir kaç ayakkabıyı hiç düşünmeden onun için feda edebilirlerdi. Görünüşten sevap yazılsa, cennetin ilk ziyaretçilerinden biri olacağı muhakkaktı. Günahkar olduğunu düşünmüyordu zaten, bugüne kadar ayakkabısızlıktan ölen, evden çıkamayan, camiye gelemeyen kimse görmemişti. İşte diğer insanların hayatındaki önemsiz bir ayrıntıdan geçimini sağlıyor, ihtiyaçlarını gideriyordu.


Bu sefer seçtiği camiden pek umudu yoktu ama yolu buraya düşmüşken şansını denemek istedi. Abdestini alarak işe başlardı, bu şekilde hem dikkat çekmez, hem de etrafını kolaçan ederdi. Camiye girdi, kendisinin bile anlamadığı dualar ederken dip rafların birinde poşeti gördü. Kendi ayakkabısını poşetin yanına koydu, caminin her tarafını inceleyerek kimsenin olmadığına emin oldu, her ihtimale karşı iki rekat namaz kıldı. Camiden çıkarken elindeki poşetin içine göz ucuyla baktı ve artık paydos edebileceğini düşündü, iyi fiyata verebileceği ayakkabıyı elinden çıkarmak için doğrudan pazara yöneldi.


***


Büyük umutlarla geldiği bu şehirde elde ettiği ilk kazanç, dertlerini bir nebze olsun azaltmıştı. Bir yandan tutumlu olması gerektiğini düşünüyor, bir yandan da gördüğü her dükkandan alışveriş yapmak istiyor, bu tuzağa düşmemek için etrafına fazla bakmadan kendisine tarif edilen pazara doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Burada çalıntı malların satıldığını herkes biliyordu, kendisine küçük yaşlardan beri öğretilen günahlardan birini işleyecekti belki ama fazlasına da gücü yetmiyordu. Üstüne başına bakan insanların gözlerinde daha değerli olabilmek adına biraz günaha katlanabilirdi. 


Fazla harcamamak için nelere ihtiyacı olduğunu defalarca tekrarlamasına rağmen ayakkabıları görünce kendini tutamadı. Sırf armalarıyla bile daha çok saygıyı hak eden bu ayakkabıları ayağına geçirdi, uzun zamandır aklına gelmeyen bir havayı ıslıkla çalarak caddeye adımını attı, önce acı bir fren sesi, ardından büyük bir acı duydu.


***


Ambulanstan aldığı ayakkabıları, sahibine göz göre göre yalan söyleyerek evine götüren hastabakıcı, oğlunun bakışlarıyla babalık gururunu okşamış; oğul, babasına sarılmamak için kendini zor tutmuştu. Bir türlü iş bulamadığından dolayı çıkan tartışmalara o akşamlık bir ara verildi, sakin bir yemeğin ardından televizyon karşısında otururken babasına layık olmak için defalarca kendine söz verdi. Uzun zamandır iş aramasına rağmen kendine layık gördüğü bir iş bulamamıştı. Maddi olarak hep kısıtlanmış, isteklerine ulaşamamıştı, ömrünün bundan sonrasında daha rahat yaşamak istiyordu. 


Ertesi gün hangi pantolonun altında daha iyi duracağını düşünerek gardrobun önünde geçen bir sürenin ardından erken sayılacak bir saatte kendini dışarı attı, mahalle bakkalının önünde gelen geçenleri, ama daha çok ayakkabılarını seyretti. Arkadaşlarının geleceği saate kadar vakit geçirmek için biraz dolaşsa iyi olacaktı, neşeyle kaldırımdan indi, okula gitmekte olan çocukların ellerindeki topa neşeyle vurdu, güzel bir şut çekecekti, ayağı bir taşa takılınca ayakkabının dikişleri patlayıverdi. 


***


Küçücük dükkanın içinde sıkıntıyla oturuyor, gelen geçeni seyrediyordu. Eskiden daha çok iş yapar, hem tamirden, hem yaptıklarından para kazanır, sıkılacak zamanı olmazdı. Son zamanlarda pek uğrayan kalmamıştı. Yeni model ayakkabıların bazıları tamir olmadığı için gelenlerin bir kısmını da kendi geri gönderiyordu. Bazı insanlar da tamir ettirmektense gidip yenisini almayı tercih ediyorlardı. Yaşı genç olsa başka bir meslek seçerdi kendine, kazanmak için kırk takla atması gerekiyordu.


Yaşı hayli ilerlemişti, belki bu yüzden yaşlıları fazla sevmiyordu. Fakat neredeyse tek müşterisi de onlar oluyordu. Genellikle namazlardan sonra uğradıkları için, hiç ilgisi olmamasına rağmen ezan vakitlerine dikkat eder, yapraklı bir takvimi dükkanından eksik etmezdi. Başka önemsiz işlerini ara vakitlerde yapar, namaz vakitlerinde mutlaka dükkanında olur, cemaat dağılmaya başlayınca da yerinden kalkar, kapıya doğru yürür, gereksiz selamlaşmalara muhatap olmamak için bir adım mesafede durur, elleri arkasında sevimsiz bulduğu bu insanların dükkanına yönelmelerini beklerdi.


Yine sıkıntılı bir gündü, tıpkı diğerleri gibi. İyice umutsuzluğa düşmesine sebep olan düşüncelere teslim olarak dalıp gitmişti küçücük dükkanın içinde. Düşünecek zamanın olmadığı günleri özleyerek saatine baktı, yerinden kalktı, ince bir hesapla belirlenmiş gibi yerini aldı. Birbirlerini son defa görecekmiş gibi az konuşup çokça birbirine bakan küçük kalabalıktan ayrılan Hacı Amca'nın dükkana yaklaştığını görünce hemen yerine döndü, oturmasıyla kapının açılması bir oldu:


- Selamün aleyküm.
- Aleyküm selam Hacı Amca, hoş geldin. Nasılsın?
- İyi diyelim, iyi olsun.
- Maşallah, iyi gördüm seni. 


Aslında iyi olmadığını ikisi de biliyordu, inanmadıkları bu yalanı uzatmak istemediler. Uzun zamandır rahat bir ayakkabı aradığını söyledi Hacı Amca, ayakkabı tamircisinin kendisine önerdiği çifti denerken, tamirci ne kadar koparabileceğini düşünüyordu. Tamir için kendisine getiren delikanlıyı, olmayacağına ikna ederek daha ucuz ama benzer bir çift ayakkabıyla gönderdiğinden beri tadını çıkardığı karlı alışverişin sonuna yaklaşmıştı artık. Böyle güzel bir kazançtan dolayı kendisiyle gurur duyuyordu ama bunu şimdi belli etmemeliydi, zaferinin tadını çıkartmasına az kalmıştı. Hacı Amca'nın memnun kaldığını görünce düşündüğünden biraz yüksek söyledi fiyatı, kaçınılmaz pazarlığın sonunda bile yüzünü güldürecek kadar para almıştı.


***


Trafik ışığının yeşile dönmesini beklerken ayakkabılarına baktı, kapının önünde unuttukları geldi aklına, içi cız etti. Alana ne kadar beddua etse de bir türlü rahat edemiyor, başkasının emeğine saygısızlık olduğunu düşünüyor, kabul edemiyordu. Nasıl insanlar olduğunu çok merak ederdi, nasıl bir sebeple böyle bir işi yapıyorlardı? Başkalarının kolayca çok para kazandığını mı düşünüyorlardı acaba? Kendi yaptıkları da kolay kazanç değil miydi sanki? Ne giden ayakkabı, ne de ayakkabıya verdiği paraydı aslında onu üzen, uğradığı haksızlığa karşı çaresiz kalmak, enayi yerine konduğunu hissetmek çok dokunuyordu. Sanki hırsız, bir köşede saklanmış onu izliyor ve haline gülüyordu. Karşısına çıksa iki çift lafı vardı, söyleyemedikçe içinde büyüyordu.


Kapı önündeki kalabalığın sebebini merak ederek apartmandan içeri girdi, merdivenlerden çıkarken Hacı Amca'nın öldüğünü kapıcıya söyleyen kadının sesini duydu:


- Ölüm işte, ne yaparsın, Allah rahmet eylesin. Bu ayakkabıları yeni almıştı, doya doya giyemedi, sen dene, olmazsa bir fakire verirsin.


"Başınız sağolsun." derken  günler önce kaybolan ayakkabılarını gördü kadının elinde, gözlerini alamadı bir süre. Ara sıra karşılaştığı nur yüzlü rahmetlide ne işi vardı onların? Kapıcının ve kadının şaşkın bakışlarından kaçmak için "Mekanı cennet olsun." diyebildi, merdivenlere yöneldi, "Ayakkabılarım!" diye sayıklayarak evin kapısına ulaştı. Sonraki günler kapıcı çöp almaya geldiğinde ayaklarına bakıyor, ayakkabılarının Hacı Amca'nın eline nasıl geçtiğine hayret ediyordu.

4 Mart 2012 Pazar

Buluşma

Fazla uyuyamamış, erkenden kalkmıştı. Bir iki yazışma, bir kaç telefon görüşmesinden sonra bugün buluşacaklardı. İlk karşılaştıkları andan beri duyduğu heyecanların hepsi toplanmıştı sanki şu an içine. Duş almış, traş olmuş, giysilerini seçmiş, giyinmişti. Bütün bunları yaparken de neler konuşulacağını tahmine çalışmış, hangi sorulara ne karşılık vereceğini, önemli bazı konulardaki düşüncelerini nasıl anlatacağını tasarlamıştı. Bu konuşmalar sırasında kendi sorularını soracak, nasıl cevap verildiğine bakarak hükümler verecek, bir yandan da ortamı rahatlatarak buluşmanın keyifli geçmesini sağlayacaktı. Gerginliği atmalı, geçen zamanın hoş bir anı olması için çabalamalıydı. Tanıştıkları bu kısa sürede yaptıkları konuşmaları getirdi aklına. Bunlardan aldığı fikirlerle konuşmayı yönlendirecekti ama daha önemlisi bütün ayrıntılarını hatırlamalıydı. Konuşmanın bir yerinde 'Ben şunu demiştim' ya da 'Sen demiştin ki' diye başlayan cümlelere doğru yanıtlar verebilmeliydi, aksi durumun soğukluğuyla ürperdi bir an. Bu tip konuşmalarda hep aklına yetenek sınavlarında bulunan heyetler gelirdi. Becerikli olmak yeterli değildi, ispatlamak gerekirdi ve heyecandan ne yaptığınızı bilmez halde karşılarında dururken hepsi birden ısrarla size bakarlardı. Tek kişiden oluşan bir heyetin karşısında sevme becerisini ispatlamak, sevmeye ikna etmekse daha zordu. Başarısızlık durumunda belki hayat devam ederdi, ama insan yine de bunu kolay kabullenemiyordu. 


Bir kahve hazırladı, camın önüne oturup dışarıyı seyretmeye başladı. Bir hafta sonu sabahının sakinliği ile yatıştırdı bir süre içindeki karmaşayı. İlk anlar belki biraz gerecekti ama sonrasında yaşayacağı güzelliklerle unutacaktı bunları. Birbirleriyle oldukları o kısa sürenin sonunda ne güzel hayaller kurmuştu. Kendisine bakan gözlerdeki ışıltı geldi aklına. Böyle güzel bakılan bir insanın hayatı da mutlu geçerdi elbet. Yan yana gelmek, konusu önemsiz olsa da bir şeyler konuşmak için harcadıkları çabayı düşündü. Ne yapacaklarını bilemedikleri için yaşadıkları garip durumlara gülümsedi. Bütün başlangıçlarda yaşanan güzel duygularla doldu yüreği. Bu duyguların hiç bir düşünceyle kirlenmeyeceğini sanacak kadar mutluydu. 


Daha fazla evde kalamayacağını hissediyordu. Kahvesini bitirmeye bile ikna edemeden sokakta buldu kendini. Penceresi kapalı evlerde umursamazlık vardı sadece, adımlarını hızlandırıp caddeye doğru yürüdü. Normal zamanlarına göre sakin sayılsa da kendini oyalayacak kadar hareketin olduğu caddeyi görünce rahatladı. Durup insanları seyretti bir süre. Sabah mahmurluğu taşıyan bu yüzlerde çok az duygu saklıydı. Bir kısmı şehrin bu saatlerini yaşamak için sokağa çıkmış, başka zamanlarda kalabalıktan vakit ayıramadıkları ayrıntıların peşine düşmüşlerdi. Bir kısmı kimbilir neden, kimden kaçarak buraya gelmişlerdi. Önceki gece neler yaşadığını bilmediği insanlar evlerinde uyurken,  ketum bir tavırla sürekli başları önde çalışan çöpçüler, onların hayatlarından kalan küçük kırıntıları temizliyorlardı. Elleri cebinde yürüyen bir delikanlı, aklından her neyi sayıyorsa adımlarına uyduruyor, şaşırmamaya çalışıyordu.


Kalbinin ritmi yavaşlamaya başlamışken elele tutuşup yürüyen bir çift gördü. Yüzlerinde bir huzur vardı, elleri zorlanmadan birbirlerine kavuşmuştu, adımları olması gereken buymuş, başka türlüsü mümkün değilmiş gibi uyumluydu. Kıskanmadı, kendisi için bir umudu vardı çünkü. Gözden kaybedene kadar izledi onları, sonra bir kitapçıya girdi. Kitap almaya niyeti yoktu, tezgahtar belki de bunu anladığı için ilgilenmedi bile. Yeni başlangıçlar için en uygun yere, şiir kitaplarına yöneldi. Fal tutar gibi aldı içlerinden birini, fal tutar gibi bir sayfasını açtı. 'Bir şair, hayatı boyunca kaç kişiyi sever acaba?' diye düşünerek okudu ilk şiiri. Bu şiiri yazarken yalnız mıydı acaba? Belki de hayatındaki kişi silememişti bu yalnızlık hissini. Böyle bir kişi vardıysa ve bu şiiri okuduysa, acaba yorumu ne olmuştu? Yalnızlık, etrafındaki insanlarla ilgili değildi, kendi içinde yaşardı herkes bu duyguyu. Herkes konuşabilirdi ama avutamazdı. Avutulamayan insanlardı işte yalnızlar. Ya ararlardı, ya da vazgeçip başka avuntulara yönelirlerdi, bunların çare olmadığını en iyi onlar bilirdi üstelik. Avuntu beklediği bir insan vardı en azından, haline şükretti. Birazdan bir araya gelecek, birlikte güzel vakit geçirecek, birbirlerini seveceklerdi. Başka türlüsünü düşünmemeliydi bile, öyleyse gitmesine gerek de yoktu. Nasıl bir yalnızlık yaşadığını anlayamadığı şairin kitabını aldığı yere bırakarak dışarı attı kendini.


Karnının acıktığını düşündü, diğer bütün hislerini bastıracak hale gelmişti. Bir simit aldı, karşı sırada yer alan küçük çay ocağına oturdu, bir şey söylemesine gerek kalmadan rengiyle mutlu eden bir bardak çay önüne geldi. Teşekkür ederken sanki hiç gülmeyecek bir adam olarak düşündüğü çaycı, kendisinden beklenmeyen yumuşak bir sesle afiyet diledi. Taze simitten bir parça koparıp ağzına götürdü, çayından bir yudum aldı. Lokmasını çiğnerken küçük masanın üstüne, simite, etrafa dağılmış susamlara, çaya baktı. Aç bir insanı donatılmış sofra kadar mutlu eden bu görüntüye dalıp giderek kendisi için basit ama güzel bir hayat diledi.