26 Şubat 2012 Pazar

Bir an önce..

Ofisin kapısında durdu çıkmadan önce. Sanki unuttuğu bir şey vardı, emin olamadı, niye savrulduğu anlaşılmayan bir küfür gibi çarptı kapıyı. Kalsa daha çalışabilirdi aslında, yarına yine bir sürü işin içine gömülecek, yine bitiremeyecek, yine geç kalacak, kapıda bir an duraksayıp aynı şeyleri yaşayacaktı. Canı sıkılan öğrencilerin defter kenarlarına karaladıkları süsler gibiydi yaşamı. Birbirini tekrar eden acemi çizgilerin ne başlangıcı belliydi tam olarak, ne de sonu. Aralara katmaya çalıştığı renkler bile içini karartıyordu bazen. 


İstasyona giden sokağa şöyle bir baktı, otobüsle daha çabuk gideceğini düşünerek durağa yöneldi. Yürürken bir otobüs gelirse kaçırabilirdi, hızlı adımlarla yürürken arada bir arkasına dönüp bakıyordu. Durağa az kala yaklaşan otobüsü fark edip iyice hızlandı. Aynı anda durakta olacakları için kendini şanslı hissetti bir an, mutlu oldu. Otobüs yanından geçerken kafasını çevirdi, içine tıklım tıklım doluşmuş insanların bir kaçıyla göz göze geldi sanki, neden dolayı acı çektiklerini anlamadığı bakışlardan ürperdi. Dolu araç yavaşlamadı bile, dursa da binmeye çekinirdi. O yüzlerin arasında kendi yüzünü düşündü, durağın içine yönelip başını eğdi ve otobüsün geçtiğine emin olana kadar kaldırmadı, gözünü caddenin sonuna dikerek beklemeye devam etti. Arada dolmuşlar kornalarını çalarak geçse de parasını düşünerek vazgeçiyordu binmekten. Oysa yolda olmak içindeki heyecanı yatıştıracaktı belki. Kime küseceğini bilemeden bakakalıyordu her birinin arkasından. Parayla ilgili kiminle konuşsa nasihatler alacaktı. Ancak hiçbirisi şimdi içine bir huzur olamazdı. Duraktaki diğer insanlara bakıp bir çıkış aradı haline, tekrar caddenin ilerisine baktı, kendisini bu halden kurtaracak otobüsünü beklemeye devam etti. 


Ara sıra trafik tıkanır gibi oluyor, çoğunun içinde sadece şoförleri olan araçlar huysuz seslerle kendilerine göre bir yol açılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. İçlerinden biri önünde durup davet etseydi, biner miydi acaba? Belli belirsiz bir ışığın aydınlattığı yüzlere bakıp vazgeçti bu düşüncesinden. Kendisinin sıkıntılarından belki daha fazlasını sırtlarına alarak yollara düşen bu insanlarla birlikte olmak fikri bir ürperti bıraktı içine. Şu an ondan daha mutlu olmalıydılar, çünkü en çok istediği haldeydiler, hareket ediyorlar, hedeflerine ilerliyorlardı. Kendisi yolun kimbilir neresindeyken onlar varmış olacaklardı. Belki de bu yüzden başlarını çevirmiyorlardı bile ona doğru, aralarında kapanması imkansız bir fark vardı. Başını tekrar kader arkadaşlarının bulunduğu durağa çevirdi. Bir tanesi sabırsızlıkla saatine bakıp üfledi, otobüs her gün erken bir saatte geliyordu da bugün gecikmişti sanki. Oysa her akşam, her şey aynıydı . Her akşam ne kadar olduğunu bilmeye cesaret edemediği bir süre bitimsiz sıkıntılarla bu durakta geçiyordu işte. Birden başlayan hareketlenmeyle kafasını çevirdiğinde yaklaşan otobüsü farketti, biraz olsun rahatlamıştı. Küçük kalabalıkla birlikte, biniş için en uygun konumu tutturmak için yer kapma yarışına girdi. Bir anda hepsi durdular ve avlarını bekleyen hayvanlar gibi beklemeye başladılar. Kimin bu küçük yarıştan mutlu çıkacağı, otobüse binip kendine uygun bir yer bulabileceği birazdan belli olacaktı. Bir diğerine renk vermeden geçirdiler bu küçük süreyi, hepsinin gözü yaklaşan otobüsteydi. Bu bakışlara aldırmadan yaklaştı otobüs, kapılarını açtı. Bütün hepsinin önden binmesi mümkün değildi, bir kaçıyla birlikte arka kapıya yönelip kendini içeri atıverdi. Bu küçük başarısının büyük mutluluğunu yaşarken hareket etmişlerdi artık. 


Yavaş yavaş kendisi gibi başarılı diğer insanlara bakmaya başladı. Bir kısmı dışardan geçen, ne olduğunu anlamadığı şekillerle ilgileniyor, bir kısmı telefonlarıyla uğraşıyor, bir kısmı kendi aralarında konusu keyifsiz sohbetler yapıyor, bir ikisi telefonla konuşuyor, biri kitap okuyordu. Hepsinin yüzleri farklı olsa da ifadeleri neredeyse aynıydı. Geldikleri yer gibi gittikleri yerden de bir umutları yoktu ve bu yolculuk, işte böyle anlamsız bir güzergahta sürüp gidiyordu. Hemen hepsi de anlamsızlıklara boyun eymiş, umursamaz halleriyle sanki alışmışlar, kabullenmişlerdi. Hafif buharlanmış camlardan dışarı bakmaya başladı. Dışarıda gördüğü bölük pörçük görüntülere içerden duyduğu yarım yamalak sesler eşlik ediyordu. Diğerlerinden yüksek tonda çıkan bir 'Alo' sesiyle bir an irkildi ve aklına öğle saatlerinde 'Ben seni arayacağım, şimdi müsait değilim.' diye kapattığı telefon geldi. Elini cebine götürüp telefonunu çıkaramazdı, üstelik konuşmayı da hiç canı istemiyordu. Saatine baktı. Vapurla giderse gecikirdi, kalabalıkta olsa otobüsle yoluna devam etmeye karar verdi. Aktarma yapacağı durağa yaklaşınca kendisi ile birlikte otobüsün çoğunluğu yerlerinde kıpırdandılar, yarışın yeni bir parkuruna hazırdılar hep beraber. Durağa yanaşan otobüsten her inen acele adımlarla diğer durağa yöneldi, acelesi olmayan, sakin yürüyen hiç kimse yoktu içlerinde. Gittikleri yerden değildi bu acele, kalabalıkta hissetikleri yalnızlıktan korkuyorlar, bu kadar insan içinde birbirinden farklı olmayan bir sayı olduklarını  biliyorlar ve bu yolculukta kendilerinden başka kimse tarafından önemsenmiyorlardı. Pardon, Yuh, Hayvan, Salak gibi isimlere sahip bu kalabalık arasında kendine bir yer buldu ve bir iki küçük sert bakışı atlatarak kendini diğer otobüse atmayı başardı.


Aklına, evde yemek olmadığı geldi. Yemek hazırlamaya hali yoktu, atıştırıp gitse daha iyi olacaktı. Aklına gelen bir sürü ihtimalin sonunda tost yemeye karar verdi, en çabuk hazırlanan oydu ne de olsa. Keyif almayacağı kesindi, vücuduna da bir katkısı yoktu. Ayakta zor durmasının sebebi yedikleri idi, bunları bilse de fazla zaman harcamak istemiyordu yemek için, eve gidip bir vitamin alırdı nihayet. Kendine yemek konusunda hak verdikten sonra etrafına bakındı. Biraz önce yolculuk yaptığı insanların kopyalarıyla devam ediyordu yola. Aynı davranıyor, aynı bakıyorlardı. Kafasını dışarı çevirdiğinde denizi gördü bu defa. Kıyıya yakın yerlerde yansıyan ışıklarla oynaşan keyiflerle mutlu oldu bir süre. 'Baksanıza ne güzel' demek için döndüğünde gördüğü yüzlere konuşamayacağını farketti. Neredeyse hiçbirinin denize bakmadığını, aralarında olan bir gizli sözleşme gereği bakmayacağını anladı, kendi hevesi de kaçmıştı. Keşke vapura binseydim diye düşündü kısa bir an, kendisine hak vermek konusunda kararsız kaldı. Acelesi olan diğer insanların arasından bir yol bularak indi otobüsten, büfeye yöneldi, nasıl yediğini hatırlamadığı iki tostun ardından evine yöneldi. Bir an önce evine gitmeli, dinlenmeliydi. Yarın erken kalkacak ve işe gidecekti.



11 Şubat 2012 Cumartesi

Sabah Yolculuğu

Günlerden beri gülen insanlar gördüm nihayet, bir hatıra fotoğrafı için poz verirken yürekten gülüyorlar, nerede duracaklarını karar veremezken bile sevecen ve sevimliler.. 


Ne güzel gitti bu sabaha bu müzikler..


Bir adam Kadıköy vapurunu sordu, tarifimi anlamadı galiba, başka bir taraftan hızlı hızlı gidiverdi, baktım iskelede şaşkın bakınıyor, makineden jeton alamamış, aldım..


Çay çok sıcak, beklemek lazım..


Bir kızla bir oğlan ellerindeki makineden fotoğraflarina bakıp gülüşüyorlar, biraz yapmacıklar,  belli ki istedikleri kadar mutlu değiller, küçücük boşluklarda pencereden uzaklara dalıyor kız özlemle.. 


Siyah kuşların hepsi karabatak değil, bakmak lazım... 


Günaydın ömrümün bir günü, güzel başladık, güzel bitiririz umarım seninle. Gelecek günlere güzel anlatırsın beni umarım..


Çünkü güzel yaşamam lazım..

5 Şubat 2012 Pazar

Ilık Bir Kandı...

Yaz akşamıydı, hava geç kararıyordu, ama kararıyordu işte. Bütün gece tek başıma kalacağım 3 yataklı oda küçülüyordu gitgide. İnsan sesleri azalıyor, gündüz avuntuları uzaklaşıyordu. Karanlıkla kendi güçlerince savaşan ışıklar, gündüz uykusunun mahmurluğuyla aydınlatmaya başladılar etraflarını. Bitkin ışıklarıyla bitkin gölgeler oluşturuyorlardı. Her zaman önlerine bakarlardı insanlar bu saatlerde, yine öyle yürüyorlardı. Evlerine mi, bir dost meclisine mi, sevgiliye mi, yoksa yalnızlığa mı yürüdükleri konusunda en küçük sır vermeyen adımlarla kaçıyorlardı yanımdan. Düşüncelerimle sabahı gecikecek bir geceye başlıyordum.


Koridora çıktığımda kimseyi göremedim, oysa biriyle selamlaşmak bile iyi gelecekti şimdi. Tuvalete yöneldim. Odama dönerken de kimse çıkmadı karşıma. Televizyonu açıp kanallarda dolaştım. Pencerenin önüne gelip ıssızlığa baktım, gözümü kapatıp sesleri dinledim. Sonunda yatağa uzanıp kitabımı açtım. Gözlerim harflerin üzerinde kayıyordu belki, ama hiç bir anlamı yoktu, kendimi veremiyordum bir türlü. Doğruldum, sırtım pencereye dönük terliklerimin üstünde ayaklarımı seyrettim bir süre. Dün gecenin yorgunluğu vardı üstlerinde. Gündüz beni dolaştırmaktan daha beter yorulmuşlardı dün gece. Yatakta sırt üstü uzun bir süre dışarıyı seyretmiş, sonra onlara dönüp uzun uzun dertlenmiştim. Başıma gelenleri bilmiyorlarmış gibi bir de benden dinlemişlerdi. Biraz kımıldattım onları, kendilerine gelmeli, gece beni dinleyebilmeliydiler, başka kimse yoktu çünkü bu gece de. Oralı olmadılar. Terliğin içine soktum onları cezalandırır gibi, kalkıp kapıya yöneldim.


Dışarı çıkınca hemşireyle karşılaştım, suç üstü yakalanmış yaramaz bir çocuğun hisleri doluverdi içime, kapıyı çekip tuvalete yöneldim. Hala bana bakıyordu, tuvaletin bir kandırmaca olduğunu anlamış mıydı?


- Hayrola?
- Tuvalete gidiyorum.
- Canın sıkılmış senin, belli.
- Tek kalınca sıkıldım biraz.
- Şükret haline, neler var. Görsen, yalnız kaldığına dua edersin.


Kapalı kapılara baktım. İçerilerde neler düşünülüyordu, kim bilir? Halimden bir kez daha utanıp tuvalete girdim, kapıyı kilitledim. Tamam, hastalığım o kadar önemli değildi belki. Ama beni bağlayıvermişti buraya işte, şu anda başka bir hayatın peşinde koşacakken oturmuş, hayatın beni nereye sürükleyeceğini düşünüyordum. Hırstan mı, yoksa üzüntüden mi olduğunu anlayamadığım iki damla yaş süzülüverdi gözlerimden. Toparlanıp dışarı çıktım. Aynada kendime baktım, odaya kadar gidecek cesareti görünce dışarı attım kendimi. Hemşire yine odasının önündeydi, göz göze gelmemek için hızlanmaya çalıştım, bunu çok belli etmemeliydim aynı zamanda. Ne yapacağımı bilmiyordum, epeyce bir süre de bilemeyecektim sanırım. Çıkmasın diye dualar ettiğim sesi duydum, durup kafamı çevirdim ona, elinde bir tüp kan vardı.


- Bir şey rica edeyim mi senden? Hem canının sıkıntısı geçer, bir hava alırsın. Hasta bakıcıyla gönderecektim, işi uzadı herhalde, gelmedi daha. Şu odada kalan hastanın kanı, durumu pek iyi değil, sabahı görmez belki. Karşı binanın yedinci katına götürür müsün bu tüpü? Acele tahlil yapılması lazım, sonuca göre doktora haber vereceğiz. Kimsenin umudu yok ama Allah'tan da umut kesilmez. Refakatçısı yanından ayrılmak istemiyor. Gider misin?


Ondan, odadan, belki düşüncelerimden kaçacak, bir işe yarayacaktım, iyi bir fırsattı. Evet bile demeye lüzum görmeden elinden tüpü aldım, asansöre bakmadan merdivenlerden aşağıya indim. Tüp çok narindi, düşmesin diye sıkarken kırmaktan, kırmayayım diye gevşek tutarken düşürmekten korkuyordum. Adamın hayatı benim elimdeydi sanki. Dışarı çıkıp diğer binaya yürürken sendeleyip düşme korkusu sardı birden. Bir an önce teslim etmek istiyor, hızlanıyor, sonra kendimi sakinleştirmeye çalışarak yavaşlıyordum. Binanın kapısını sol kolumla açarken sağ kolumu ve tüpü olabildiğince uzaklaştırdım. Asansörün önüne gelip düğmeye bastım. Kanın ılıklığını iyice hissediyordum artık. Soğuyor muydu? Sanki ısınıyormuş gibi geliyordu bana. Benim sıcaklığımdan mı yararlanıyordu? Biraz önce içinde dolaştığı vücut hala bu kadar sıcak mıydı?


Asansörün ışığı yüzüme vurdu. Bir kör gibi o ışığa yöneldim, yedinci katın düğmesini bulup bastım ve gözümü tüpe çevirdim. Birden her şey kana bulandı, her yer kızardı ve gözlerim kararmaya başladı. Sol elimle tutunacak bir yer ararken sağ elimi tüpü korumak için göğsüme bastırdım, yere çömeldim. Çok zor bir şeydi üstlendiğim, kendi hayatını elimde tutamayan ben, başkasının hayatını taşımaya kalkmıştım. Şu anda yüzünü örtüyorlardı belki, son kez dünyaya bakmış, son nefesini bırakıp gitmişti. Sadece beyaz bir örtü geldi gözümün önüne. Onun yüzünü hiç görmemiştim ki ben. Kendi derdim vardı benim için, kimseyle ilgilenecek halim yoktu. Başka yüzlerdeki başka acılara bakmamıştım bile. Yüzünü bile görmediğim birinin kanı vardı elimde ve onun hayatına karşı sorumluydum.


Asansörün kapısı açıldı, belli belirsiz ışıklar vardı önümde, en parlak olanına yöneldim. Beyaz giysili bir görevliye tüpü teslim edip geri döndüm. Her adımda dünya biraz daha belirginleşiyordu. Ben görmesem de etrafımda olan şeyler vardı, duruyorlardı, sadece bakmamı bekliyorlardı. Baktıkça çoğaldılar. Yaşamım son nefese kadar bir yolculuktu. Arada ne olursa olsun son nefeste hepsi bitiverecekti. Nefesle içime neler doldurduğum bana bağlıydı. 'Üzüntülere dalıp gitmektense umudu beslemek en iyisi' diye düşündüm içeri girerken.


- Geldim.
- Teşekkür ederim hallettiğin için, hastabakıcı hala gelmedi. Gerçi kötüleşiyor gitgide, Allah günahlarını affetsin.


Ben yoldayken ölmemişti. Kapısına baktım bir süre, sonra hemşireyle göz göze geldik. İnsan ne kadar alışık olsa da zordu, gözlerinde bir bulut vardı bana bakarken. Yüzünü merak etmiştim az önce, oysa şimdi umurumda değildi. Az önce içine yerleşemediğim oda, şimdi en güzel sığınaktı. İçeri girip kapıyı kapattım, camın önüne gelip dışarı baktım. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Sabah, yüzüne kadar beyaz bir çarşafla örtülmüş olarak önümden geçerken, dün geceyi düşünüp bu adama  dua ettim.



1 Şubat 2012 Çarşamba

Bugün Uzun Uzun Bakılır Sana Sadece...

Bütün renklerinin üstünde beyaz var
Bugün farklı bir güzelliksin.
Kendini yormadan geçip gidiyor zaman
Özlenen bir sakinlikle.

İstese de telaşlanamıyor kimse.
Senden dertlenenler evlerindeler,
Diğerlerininse dertlenecek halleri yok.
Başları önlerinde yürüyorlar sessizce.

Kar tanelerinin tek düşüncesi,
'Nereye konsak bu güzelliğe bir güzellik ekleriz?'
Uçuşuyorlar üstünde.

Ne bir fotoğrafa, ne şiire, hiç birşeye sığmayan güzelliksin,
Bugün uzun uzun bakılır sana sadece.